29 Nisan 2019 Pazartesi

Türkler'in İslamiyeti Kabulü


TÜRKLER’İN İSLAMİYETİ KABULÜ


Orta Asya başta olmak üzere, birçok bölge Türkler’e ev sahipliği yapmıştır. Türkler zamanla farklı milletler ile etkileşim içerisinde bulunmuş ve bunun doğrultusunda yaşayış şekillerini, giyimlerini ve hatta inançlarını dahi değiştirmişlerdir. Bu süreçte, Türkler’in inançlarını değiştirme konusunda en etkili millet Araplar olmuşlardır. Müslüman Araplar değişen halifeleri etkisinde, Türkler’e İslam dinini tanıtmışlardır. Bunun sonucunda Türkler, yapılan muameleye göre, Araplar’ın etkisinde kalmış ve İslamiyeti tercih etmişlerdir. Türklerin zamanla değişen inançları ile birlikte benimsedikleri yaşayış biçimleri dahi değişmiştir. Bu değişim ileride dünya siyasetini derinden etkileyecek boyutlara ulaşacaktır.

İslamiyet’ten Önce Türkler

Öncelikle Türklerin İslamiyet’i kabul etmeden önceki; siyasî, sosyal, kültürel ve dinî durumları ve İslamiyet’le karşılaştıkları dönemin özellikleri üzerinde durmamız gerekiyor.

Türklerin tarih sahnesine çıkışları Orta Asya'dır.
Bazı Türk şubeleri göçebeliği devam ettirirken, bazıları yerleşik hayatı tercih etmişlerdir. Bundan dolayı yeme içme alışkanlıklarında, giyime kadar farklılıklar ortaya çıkmıştır. Farklılıklardan en önemlisi ise dini yapıdadır. Türkler arasında Göktanrı inancı hâkim olsa da yerleşik hayata geçen veya başka bölgelere giden Türkler arasında, o coğrafyada hâkim olan dinleri kabul edenler olmuştu. Türkler arasında Göktanrı inancı dışında sayıları az olsa da Buda, Mani, Zerdüşt, Hıristiyanlık ve hatta Yahudilik dinlerini kabul edenler de vardı.
Türkler, Mâverâü'n-nehr[1] ve Kafkasya’da daha önce bilmedikleri İslamiyet’le karşılaştılar.

Türkler tarafından, yeni dinin içeriğinden çok, sunulma şekli önemsenmiştir. Bu bakımdan yeni dini sunan toplumla, yeni dinle karşılaşan toplum arasındaki karşılıklı ilişkiler, din değiştirme sürecinde büyük rol oynar.

Türkler ile Araplar arasındaki ilk temasları, Cahiliye dönemine[2] kadar götürmek mümkündür fakat bu ilk temaslar, iki toplum arasında büyük çaplı bir etkileşim sürecinin başlamasına sebep olacak türden değildir. Türkler ile Arap coğrafyası birbirinden oldukça uzak bir mesafede bulunuyordu. Ayrıca bu iki coğrafya arasında Sâsânîler[3] gibi dönemin en büyük siyasî oluşumlarından birisi yer alıyordu ve iki toplum arasında doğrudan bir temasın yaşanmasına imkân vermiyordu.

Kısmen ticarî faaliyetler, kısmen de Sâsânî Devleti hizmetinde bulunan Araplar ile, aynı devletin ordularında görev yapan Türkler arasında yaşanan ilişkiler, iki toplumun da birbirleri hakkında az da olsa genel bir bilgi edinmesine yol açmıştır. Bu belirli temas ile Türkler hakkında bilgi edinen Araplar arasında, Türkler’in başta askerî kabiliyet ve kahramanlıkları olmak üzere başka özellikleri de dilden dile dolaşmaya başlamıştı. Türkler’in bu özelliği sayesinde, birçok Arap, Türkler hakkında söylence ve şiirler yazmıştır

Hz. Peygamber ve Hulefâ-yı Râşidîn[4] Dönemi

Cahiliye döneminde Araplar’da ortaya çıkan “Türk imajı” İslâmiyet’in ilk yıllarında da devam etti. Bu durumun en belirgin delili, İslâmiyet’i kabul etmiş olan Müslüman Araplar’dan nakledilen bazı rivayetlerde ve bizzat Hz. Peygamber’e atfedilen bazı hadislerde[5] Türkler’den bahsedilmesiydi.

Cahiliye döneminde ve İslâmiyet’in ilk yıllarındaki olaylar dışında, iki toplum arasında, köklü ilişkiler mevcut olmamıştır. Üstelik söz konusu rivayet ve hadislerin önemli bir kısmı Türkler’in İslâm âlemi içerisinde önemli bir mevkiye ulaştıkları dönemlere aittir. Dolayısıyla bu rivayet ve hadislerin çoğunluğu abartılı söylencelerden ibarettir. Bunlara rağmen söz konusu rivayetler, İslâm toplumunun Türkler’e gösterdiği hoşgörü bakımından önemlidir.

Hz. Peygamber’in vefatından sonra Halife olan Hz. Ebubekir döneminde (632-634) de Müslüman Araplar ile Türkler arasında ciddi bir temas yaşanmamıştır. Bu durum, Hz. Ömer dönemine (634-644) kadar devam etmiştir. İslâm orduları, Hz. Ömer döneminde yapılan Nihâvend Savaşı (642)[6] ile Sâsânî Devleti’ni ortadan kaldırdı. İran toprakları Müslümanlar tarafından fethedildi ve bu sayede İslâm orduları ile Türk ülkeleri arasında bir engel kalmadı.

Mâverâü’n-nehr üzerindeki Göktürk hâkimiyeti zayıflamıştı ve bölgede siyasî kargaşa baş göstermişti. Her bölgede bir Yabgu[7] hüküm sürmekteydi. Her biri Sâsânîlerin yıkılması ve Göktürk nüfuzunun zayıflamasından sonra bağımsız hareket etmeye başlamışlardı. Bu olaylardan kısa bir süre sonra Hz. Ömer vefat etti ve yerine Hz. Osman geçti (644). Bu dönemde de Abdullah bin Âmir kumandasındaki bir ordu Âmûderyâ (Ceyhûn) kıyılarına kadar ilerledi (651-652). Bu arada Gürcistan’a kadar uzanan topraklar ele geçirildi. Azerbaycan’ın çeşitli yerlerine askerî birlikler yerleştirildi. 651 yılına gelindiğinde bütün İran, İslâm hâkimiyeti altına girmişti. Bundan sonra meydana gelen karışıklıklar, ardından Hz. Osman’ın öldürülmesi (656) ve Hz. Ali ile Muâviye[8] arasındaki mücadeleler sebebiyle bu bölgedeki fetihleri devam ettirmek mümkün olmamıştır.

Kafkaslar’daki Durum

 İslâm ordusunun Türkler ile mücadele ettiği ikinci cephe Kafkasya cephesi idi. Müslüman Araplar, Azerbaycan ve Ermenistan’ın fethinden sonra, Hazar Türkler’i ile karşılaştılar. 639’da Hz. Ömer, Süraka bin Amr’ı, Derbend[9]’in fethine memur etti (643). İslâm ordusu, Derbend hâkimi Şehrbârâz ile antlaşma yaptı. (642-643). Süraka’ya bağlı birlikler Derbend’in kuzeyine geçip Hazar Türkler‘i ile karşı karşıya geldi. Süraka’nın aynı yıl ölümü üzerine başkumandanlığa getirilen Abdurrahman bin Rebîa Hazarlar ile mücadeleye devam etti (645-646). Hazar başkenti Belencer yakınlarında meydana gelen bir savaş sırasında, İslâm ordusu mağlup oldu ve Abdurrahman şehit düştü (652-653). Kardeşi Selman bin Rebîa bir süre savaşa devam ettikten sonra Derbend’e döndü. İslâm dünyasında, yukarıda bahsettiğimiz iç karışıklıklar sebebiyle, bu bölgede herhangi bir ilerleme olmamıştır

Emevîler dönemi (661-750), ilk ciddi temasların yaşandığı dönem kabul edilebilir. “Tanışma” dönemi olarak nitelendirmek mümkündür ama bu tanışma, olumlu bir tanışma olmaktan ziyade, Emevîler’in yanlış politikaları sebebiyle Türkler’in İslamiyet’i kabulünü geciktiren olumsuz ilişkilerin yaşandığı “kötü” bir tanışma devresidir. Yaklaşık yüz yıl süren bu döneme “mücadele safhası” da denmektedir.
Kureyş kabilesinin[10] bir kolu olan Emevîler, İslâmiyet öncesi Arap toplumunun lideri durumundaydılar. Emevî ailesinin başında Ebu Süfyân bulunuyordu ve aynı zamanda da Mekke emîri[11] olup bütün Araplar üzerinde söz sahibiydi.
Hz. Peygamber’in vefatından sonra Müslümanların liderinin kim olacağı konusunda tartışmalar meydana gelmiştir. Bu tartışmalar esnasında, kabilecilik anlayışı tekrar canlanmıştır. Mücadeleler sonunda Ebu Süfyân’ın vefatından sonra Emevî ailesinin başına geçen oğlu Muâviye iktidara sahip oldu ve İslâm tarihinde Emevîler dönemi (661-750) başladı.
Emevîler, başta Emevî ailesine mensup olmayan bütün Araplara, sonradan Müslüman olan İranlı, Türk vs. Müslümanlar için de geçerliydi. Emevî fetihleri, bir Arap harekâtına dönüştü. Ele geçirilen her bölgede, bölge halkına zulümler yapılıyordu ve olumsuz yaklaşıma rağmen İslâmiyet’i kabul edenler mevâlî[12] olarak değerlendiriliyordu. Mevâlî politikası öylesine ilerlemişti ki, Araplar’ın hüküm sürmek, Arap olmayanların ise kölelik etmek için yaratıldıkları düşünülüyordu.

Arap-İslâm Ordularının Türk İllerine İlk Akınları

Mevâlî politikasını diğer bölgelerde olduğu gibi Horâsân[13] ve Mâverâü'n-nehr’de de uyguladılar. İlk Emevî Halifesi olan Muaviye, fetih harekâtını yeniden canlandırmak istedi. 665 senesinde Araplar içerisinde katı yönetim anlayışıyla bilinen Ziyâd bin Ebîh’i, Basra‘ya vali etti. Yapılacak Horâsân ve Sistân harekâtını düzenli bir hale getirmesini istedi. Horasan, Türkler‘e yapılacak seferler için önemliydi.

671 senesinde, Rebî’ bin Ziyâd el-Hârisî, Belh[14]'te çıkan bir isyanı bastırdıktan sonra Kuhistân[15] üzerine yürümüştür. Akhun Türkler’ini mağlûp etmiştir. Zaferinden sonra Ceyhûn nehrine kadar ilerledi ve burada Türk hükümdarı Nizek Tarhan’ı mağlup etti. Horasan ve Toharistan toprakları Müslümanlar’ın eline geçmişti ve sınır Ceyhûn nehrine dayanmıştı. Horasan'daki Arap hâkimiyeti sağlamlaşmıştı. 673 senesinde Ubeydullâh bin Ziyâd’ın Horâsân valisi olarak tayin edilmesinden sonra bölgede yeni bir dönem başladı.

Ubeydullâh bin Ziyâd, babası gibi, Araplar arasında katı yönetim anlayışıyla biliyordu. İslam tarihine Kerbelâ Faciası[16] olarak geçen olay, Yezîd bin Muâviye’nin, Ubeydullâh bin Ziyâd’ın emri altındaki ordu tarafından gerçekleştirilmişti.

İslam tarihi içerisinde böyle bir şöhrete sahip olan Ubeydullâh bin Ziyâd, Horâsân Valisi olarak atandığı 673 senesinde ordusuyla Ceyhûn (Âmûderyâ) Nehri’ni geçti. Ubeydullâh bin Ziyâd, “ordusuyla Ceyhûn (Âmûderyâ) Nehri’ni geçen ilk Arap kumandan”[17] idi. Nehri geçtikten sonra Buhârâ’ya yöneldi ve Nahşeb ve Râmitîn’i ele geçirip birçok esîr ele geçirdikten sonra Buhârâ önlerine yöneldi.

O sırada Buhârâ, Richard N. Frye’nin “Eski Orta Asya tarihinin en önemli/önde gelen kadını”[18] olarak nitelendirdiği Kabac Hatun[19] isimli Türk melikesi tarafından yönetiliyordu. Kabac Hatun, Emevî ordusu karşısında pek fazla dayanamayacağının farkında idi. Etrafa haberciler gönderip, Türkler’den yardım istedi[20]. Ancak sonuç değişmedi. Emevî ordusu karşısında duramayan Buhârâ ordusu, ağır kayıplar verdikten sonra dağıldı ve Emevî ordusunun eline çok sayıda ganimet geçti. Ubeydullâh bin Ziyâd, Kabac Hatun ile bir milyon dirhem ödemesi şartıyla sulh yaptı ve çok sayıda esîr ile birlikte Basra’ya döndü (675). Ubeydullâh bin Ziyâd’ın beraberinde götürdüğü kölelerin[21] hepsi okçulukta becerikli kimseler idi. Ubeydullâh bin Ziyâd, onları Basra’da yurtlandırdı. Haccâc bin Yûsuf es-Sekafî[22], Vâsıt şehrini kurunca, onlardan pek çok kimseyi ora­ya nakletti. Basra’da onların yerleştirildiği sokağa “Buhârâlılar Sokağı” deniliyordu.

675-676 senesinde Ubeydullâh bin Ziyâd’ın yerine Horâsân valisi tayin edilen Sa‘îd bin Osmân, Buhârâ önlerinde görüldü[23]. Göreve gelince Mâverâü’n-nehr’e yönelen Sa‘îd bin Osmân’ın, ordusunda seçkin kimseler bulunmaktaydı ancak ordunun büyük kısmı fena işlere karıştıkları için hapsedilmiş insanlardan oluşuyordu. Sefere katılmak isteyen gönüllüler de orduya alınmıştı ki, bunlar arasında eşkıyalar bile bulunmaktaydı. Sa‘îd bin Osmân sırf asker sayısını artırmak için bunlara bile maaş bağlayıp orduya dâhil etmişti.[24]

Sa‘îd bin Osmân’ın ilk hedefi Buhârâ, daha sonra ise Semerkand idi. Emevî ordusunun Ceyhûn’dan (Âmûderyâ) geçip[25] Buhârâ önlerine geldiğini öğrenen Kabac Hatun, savaşı göze alamadı ve birini gönderip Ubeydullâh bin Ziyâd ile yapmış olduğu anlaşmaya sadık kalacağını bildirdi ve haraç olarak hazırladığı 300 bin dirhemi gönderdi.

Semerkand’ı ele geçiren Sa‘îd bin Osmân birçok ganimet, servet ve köle ile geri döndü.

Muâviye, Sa’îd bin Osmân’dan sonra 678-679 senesinde Abdurrahman bin Ziyâd’ı, Horâsân Valisi tayin etmiştir. Muâviye öldüğü sırada, Horâsân Valisi oydu. Abdurrahman bin Ziyâd, herhangi bir fetih harekâtına girişmemiştir. Muâviye’den sonra yerine geçen Yezîd bin Muâviye ise Abdurrahman bin Ziyâd’ı görevden alıp, 681 tarihinde Selm bin Ziyâd’ı, Horâsân valiliğine atadı.[26]

Emevî orduları, 680-681 senesinde Selm bin Ziyâd kumandasında, Buhârâ önleri bir kez daha geldiklerinde, Buhârâ tahtında yine Kabac Hatun bulunmaktaydı. Selm bin Ziyâd’dan önceki Horâsân valileri, Buhârâ ve çevresine yazın sefer düzenliyor, kışın ise askeri üsleri konumunda bulunan Merv[27]‘e geri dönüyorlardı. Durumu farkeden mahalli beyler aralarındaki çatışmalara son verip, Araplar’a karşı hep birlikte savaşmaya karar vermişlerdi. İttifakın içinde Kabac Hatun da yer alıyordu. Bunun üzerine harekete geçen Selm bin Ziyad, Nişâbûr ile Hârezm’den sonra Buhârâ’ya yöneldi.[28] Çevre melikleri ve Türkistan’dan gelen bir ordu Buhârâ’nın yardımına koşsalar da, Emevî ordusu Buhâra’yı bir kez daha ele geçirdi. Hatun’un, Selm bin Ziyad’dan emân [29] istemekten başka çaresi yoktu. Bir adam gönderdi ve sulh istedi. Hatun’un teklifini kabul eden Selm bin Ziyad, çok yüklü miktarda ganimet elde ettikten sonra, kazanmış bir şekilde Horâsân’a döndü. Bir müddet sonra tekrar Mâverâü’n-nehr’e girdi ve burada Soğd halkıyla savaştı.[30]

Selm bin Ziyâd’ın oluşturduğu düzen, 683-684 senesinde bozuldu. Bu tarihte Yezîd bin Muâviye’nin ölmesinden sonra, Emevî payitahtında başlayan karışıklıklar, Horâsân ve Mâverâü’n-nehr’de de etkisini gösterdi ve 704 senesine kadar devam etti. Horâsân ve Mâverâü’n-nehr’deki Emevî hâkimiyeti, Irak Valisi Haccâc’ın, Horâsân valisi el-Mufaddal bin el-Mühelleb’i görevden alarak yerine Kuteybe bin Müslim el-Bâhilî’yi tayin etmesiyle yeni bir döneme girdi (704)[31]

Kuteybe bin Müslim’in Horâsân Valisi olmasıyla, İslâm fetihlerinin ikinci önemli dalgası yaşandı. Velid bin Abdülmelik’in (705-715) hilafeti dönemine gelen bu dönemde Kuteybe bin Muslim, Horâsân işlerini düzene koyup, anlaşmazlıkları çözdükten sonra fetih harekâtına girişti. Bazı bölgeleri fethederek, bazı bölgeleri ise mahalli beylerle anlaşmalar imzalamak suretiyle kendisine bağlıyordu. Böylece Merve’r-rud, Talekan, Belh, Çağâniyân ve Tohâristân’ı kontrol altına aldı.[32] 705-706’da Tohâristân[33]’da hüküm süren, Akhun beglerinden, Badgiz Tudunu, Nîzek Tarhan[34] ile anlaşma yaptı ve aynı sene içinde Ceyhûn’dan[35] geçerek Mâverâü’n-nehr şehirleri üzerine yürüdü.[36]

Kuteybe bin Müslim’in ilk hedefi, Âmûderyâ (Ceyhûn) ile Buhârâ arasında bulunan Beykend oldu.[37] Yanında, Müslüman olarak Abdullah adını alan Nîzek Tarhan ile Beykend önlerine geldi ve şehri kuşattı[38]. Şehir, çok sağlam surlara sahipti.[39] Kuteybe’nin nehri geçip üzerlerine geldiğini haber alan Beykendliler de boş durmamışlardı, bir yandan şehri güçlendirirken, diğer yandan da Buhârâ ve çevre bölgelerden yardım istemişlerdi. Kuteybe bin Müslim şehri kuşattığı sırada, yardım kuvvetleri bölgeye ulaşmış, yolları ve geçitleri tutarak Kuteybe bin Müslim ve ordusunun çevre ile bağlantısını kesmişlerdi.[40]. Bu süre zarfında büyük sıkıntı yaşayan Kuteybe bin Müslim[41], Beykend’e hücum emrini verdi. Veki’ bin Ebî Sûd et-Temîmî kumandasındaki Emevî ordusu, Beykend ordusunu mağlup etti. Kaçanlar, Beykend suruna sığınıp savunmaya devam ettiler. Kuteybe bin Müslim, duvarın altından burca tünel kazılmasını ve duvarı delip bir gedik açılmasını emretti. Kuteybe bin Müslim, açılan gedikten “Her kim bu gedikten girerse, onun diyetini ben vereceğim. Eğer ölürse de onun çocuklarına vereceğim.” diyordu. Bunun üzerine herkes içeriye girmek istedi ve böylece hisâr ele geçirildi.[42]Diğer kaynaklar, lağım kazdırmak suretiyle şehrin ele geçirilmesi olayını, ilk kuşatma esnasında değil, Kuteybe bin Müslim’in şehirden ayrıldıktan sonra çıkan isyân üzerine, Beykend’e dönüp şehri tekrar kuşatması sırasında zikretmişlerdir.[43]Çaresiz kalan Beykend halkı emân diledi. Teklifi kabul eden Kuteybe bin Müslim, Beykend’in idaresini Varkâ bin Nasr el-Bâhilî’ye bırakıp şehirden ayrıldı. Ancak henüz Beykend’e 5 fersah[44] mesafede bulunan Hanbûn’a varmıştı ki Beykendlilerin isyan ettiği ve şehrin idarecisi Varkâ bin Nasr el-Bâhilî’yi yaraladıkları haberini aldı[45].

Beykend’de eli silâh tutan kim var ise hepsini öldürdü, kalanları ise köle yaptı.[46] Şehir bir harâbe hâline geldi.[47] Beykend’in fethinden sonra, Arap ordusunun eline Horâsân’ın tamamında bile göremeyecekleri kadar ganimet geçmişti.

Beykend’in fethini Haccâc’a bildiren Kuteybe bin Müslim, 707 senesinde tekrar nehri geçti ve Buhârâ’ya doğru ilerledi. Buhârâ çevresinde yer alan; Hanbûn[48], Târâb[49] gibi yerleri ele geçirdi.[50] Ancak bu sırada Târâb, Hanbûn ve Râmitîn’den birçok asker toplanıp Kuteybe bin Müslim’i çembere aldılar. Bu orduda Soğd Meliki Tarhûn, Hanek Hudât, Verdân Hudât ve Fağfûr-i Çin’in kız kardeşinin oğlu Melik Kûr Mağânûn[51] da bulunuyordu. Bazı kaynaklarda iki yüz bin kişiyi bulduğu söylenen bu orduyla yapılan muharebeyi Kuteybe bin Müslim kazandı.[52] Daha fazla ilerleyemedi ve Merv’e döndü. Durumu Haccâc’a bildirdi. Ancak Haccac, bir an evvel Buhârâ’nın fethedilmesini istiyordu. Kuteybe bin Müslim’e, o sırada Buhârâ yönetimini ele geçirmiş olan, Verdân Hudât üzerine yürümesini emretti. Bunun üzerine Kuteybe bin Müslim, 708 senesinde üçüncü kez Buhârâ üzerine yürüdü. Onun Buhârâ üzerine yürüdüğü bu tarihte şehrin Melike'si Kabac Hatun ölmüştü, yerine oğlu Tuğşâde geçmişti. Kuteybe bin Müslim, nehri geçip Soğdlularla geçit yolunda karşılaştı ve onlarla çarpıştı. Onları yenip Buhârâ'ya ilerledi. Bölge halkı, kalabalık bir ordu ile karşısına çıktı. Onlarla çarpışan Kuteybe bin Müslim, sonunda zafer kazandı. Daha sonra Verdân Hudât ve Buhârâ hükümdarı üzerine yürüdüyse de başarılı olamadı. Merv'e geri dönüp bir mektupla Haccâc'a durumu bildirdi. Haccâc, cevaben yazdığı mektupta; Buhârâ’nın haritasını yapmasını istedi. Kuteybe bin Müslim de oranın haritasını yaptırıp gönderdi. Bunun üze­rine Haccâc “Yapmış olduğun şu işlerden dolayı Yüce Allah’a tevbe et ve oraya şu yerden hücum et.” diye yazıp şunları ekledi: “Kiş’e güzel davran. Nahşeb’i havaya uçur, Verdân'ı geri al. Sakın düşmanın seni çevir­mesine fırsat verme, beni de eğri büğrü yollara sürükleme.”[53]

Kuteybe bin Müslim, Haccâc’ın emri üzerine, 709 senesinde dördüncü kez Buhârâ üzerine yürüdü. Buhârâ’nın idaresini elinde bulunduran Verdân Hudât, çevredeki diğer topluluklardan yardım istedi. Ancak Kuteybe bin Müslim, onlardan daha erken Buhârâ'ya varıp orayı kuşatma al­tına almıştı. Yardımcı kuvvetler Buhârâ önlerine gelip savaşa başladılar. Çok şiddetli bir savaşın ardından Müslümanlar galip geldi. Böylece Buhara fethedilmiş oldu.[54]

Buhârâ’nın fethiyle, Mâverâü’n-nehr kapıları, İslâm ordularına açıldı. Şimdi sıra Semerkand’a gelmişti. Buhârâ halkının başına gelenleri gören Semerkand hükümdarı Tarhûn, Kuteybe bin Müslim’e elçi gönderdi ve bazı şartlar ileri sürmek kaydıyla barış teklif etti. Toharistan hâkimi Nizek Tarhan, Buhârâ seferinden dönmekte olan Kuteybe’nin yanına giderek ona bağlılığını bildirdi. Ancak Kuteybe bin Müslim’e güvenmiyordu. Bu yüzden Talekan, Merv, Faryâb ve Cüzcân hâkimleriyle iş birliği yaparak Müslüman Araplar’a karşı birlikte hareket etmeye çalıştı. Fakat Nizek Tarhan’ın müttefikleri 710 yılında Kuteybe bin Müslim’le anlaştılar. Bunun üzerine çaresiz kalan Nizek Tarhan, bir kaleye sığınmak zorunda kaldı. Kuteybe bin Müslim onu ele geçirip, Irak umumî valisi Haccâc’a gönderdi. Nizek Tarhan, Irak’a ulaşır ulaşmaz Haccâc’ın emriyle öldürüldü.[55]

Kuteybe bin Müslim, Nizek Tarhan’ı ele geçirdikten sonra Kiş ve Nesef’e yürüyüp, buraları da hâkimiyet altına almıştı. Bu sırada Haccâc, Zabulistan[56] hükümdarı, Rutbil üzerine bir sefer düzenlenmesini istedi. Bunun üzerine Mâverâü’n-nehir harekâtını durduran Kuteybe bin Müslim, Rutbil’in üzerine yürüdü (711). Kuteybe bin Müslim‘e karşı koyamayacağını anlayan Rutbil, haraç vermeyi kabul etti. Ardından Hârezm bölgesi itaat altına alındı ve böylece sadece Horâsân değil, Mâverâü’n-nehr’de büsbütün Emevî hâkimiyetine girmiş oldu.

704-705 senesinden beri devam eden fetihlerle, önemli şehirler ele geçirilmiş olsa da, bölge halkı ve mahalli idareciler henüz İslâmiyet’i benimseyememişlerdi. Semerkand hâkimi Tarhan, Kuteybe bin Müslim’e itaat arz etse de bölge kesin olarak İslâm hâkimiyetinde değildi. Üstelik Semerkand halkı, Tarhan’a, Müslümanlara haraç vermeyi kabul etmesinden dolayı, hoşnutsuzluk içindeydiler. Tarhan'ın Müslümanlara haraç vermeyi kabul etmesi yüzünden başlatılan bir isyan sonucu öldürülmesi üzerine yerine Gurek bin İhşîd adlı biri getirildi.[57] Semerkand’da arzu edilen ölçüde huzurun sağlanamaması, Mâverâü’n-nehr‘in diğer şehirleri için bir tehdit oluşturuyordu. Bu hususu dikkate alan Kuteybe bin Müslim, Hârezm seferi dönüşü Semerkand üzerine yürümeye karar verdi. Kardeşi Abdurrahman bin Müslim’i öncü kuvvetlerin başında gönderirken kendisi de bir orduyla yola çıktı. Bunu duyan Gurek, Türk birliklerinin oluşturduğu bir orduyla karşı harekete geçti. Taraflar Semerkand ile Buhârâ arasında karşı karşıya geldiler. Gurek’e bağlı kuvvetler Kuteybe bin Müslim karşısında tutunamadı[58]. Emevî ordusu, Semerkand’ı kuşattı. Gurek, barış teklif etti. Antlaşma şartlarına göre Semerkand (Soğd) hâkimi Gurek, her yıl 2.200.000 dirhem vergi ödeyecek ve o yıl için 30.000 asker gönderecekti. Ayrıca şehirde bir mescit yapılacak ve Kuteybe bin Müslim bir süre sonra şehri terk edecekti.[59]  Ancak İslâm ordusu antlaşma şartlarına rağmen şehri terk etmedi ve 711 yılında buraya bir garnizon yerleştirildi.[60] 712 senesinde yeni bir sefer düzenleyen Kuteybe bin Müslim; Şâş, Fergana ve Hocend’i ele geçirdi. 714-715 senesinde ise Kaşgar’ı fethetti. Böylece İslâm hâkimiyeti, Çin topraklarına kadar ulaştı.

Bu fetihler gerçekleştirilirken Irak umumi valisi Haccâc, vefat etti (714). Kuteybe bin Müslim, her zaman yakın ilgi ve desteğine mazhar olduğu Haccâc’ın ölümü üzerine askerlerini bıraktı. Ancak Halife I. Velid, Kuteybe’ye bir mektup gönderip, kendisini Irak’tan ayrı olarak müstakil bir vilayet haline getirilen Horâsân’a, vali tayin ettiğini bildirdi ve seferlere devam etmesini istedi.[61] Bunun üzerine Kuteybe bin Müslim, Fergana’yı kesin olarak İslâm hâkimiyeti altına almak ve Fergana-Kaşgar ticaret yolunu ele geçirmek amacıyla yola çıktı (715). Fergana’ya varıp karargâhını kuran Kuteybe bin Müslim, Halife Velid’in ölüm haberini aldı. Yeni Halife Süleyman bin Abdülmelik’in hâkimiyetini tanımayıp ona isyan etti. (714). Ancak bu isyan esnasında Kuteybe bin Müslim öldürüldü (715).

Kuteybe bin Müslim’den Sonraki Durum ve Emevîlerin Akıbeti

Kuteybe’nin ölümü, Mâverâü’n-nehr ve doğudaki İslâm fetihleri açısından bir dönüm noktası teşkil eder. Her ne kadar ondan sonra bölgeye atanan Emevî valileri de bir takım fetih hareketlerinde bulunmuş olsalar da onun kadar geniş bir zafer hareketine girişememişlerdir. Kuteybe bin Müslim’den sonra bölgeye atanan Yezid bin Muhalleb, 717 senesinde Türk yurtlarına akınlar düzenledi ve Dihistan, Taberistan ve Cürcân’ı ele geçirdi. Bununla beraber, Dihistan’da hüküm süren, Türk hükümdarı Sûl’u mağlup ettiği halde o yörede İslâm egemenliğini sağlayamadı.[62]

Yezid bin Muhalleb’den sonraki Horâsân valileri döneminde de Müslüman Araplar ile Türkler arasında mücadeleler devam etti. Emevîler’in, ilk dönemlerden itibaren bölge halkına çok acımasız davranıyor olmaları büyük bir tepkiye sebep oluyor, siyaseten hâkimiyet altına alınan bölgelerde bile, çok güçlü bir Emevî karşıtı hareket gelişiyordu.

717 senesinde Ömer bin Abdulaziz’in halife olması ile bu politika değişti. Küçük yaşlarında Kur'an’ı ezberlemiş, Mısır valisi olan babası tarafından ilim tahsili için Medine'ye gönderilmiş ve uzun süre burada ilim adamlarından hadis, tefsir, hukuk, edebiyat ve şiir konularında dersler almıştır.[63] Ömer bin Abdulaziz, 720 senesine kadar sürecek olan hilâfeti döneminde İslâm dininin, Emevî devletinin geniş sınırları içinde yaşayan dil, din ve ırk bakımından farklı unsurlar arasında yayılması ve sosyal bünyesi sağlam, güçlü bir İslâm toplumu için gerekenleri yapmaya çalıştı. Önce Türkistan seferlerini durdurdu. Bölgeye yeni idareciler tayin etti.Müslümanlar arasındaki vergi adaletsizliğini önledi. İslâmiyet’i tebliğ amacıyla "çağrı mektupları" gönderip ve din adamları görevlendirdi. Alman tarihçi J. Wellhausen, Emevi hanedanının tarihine dair yazmış olduğu meşhur eserinde, halifenin uygulamalarını ve neticelerini değerlendirirken, “Bunun üzerine o vakte kadar putperest kalmış olan Soğdlar, Semerkant ve civar halkı, hakim dinin cemaatine sel gibi akıp geldiler“  diyerek meseleyi özetlemektedir.[64] Fakat onun dönemi çok kısa sürdü ve ölümüyle birlikte bu politikaya son verildi.

Ömer bin Abdülaziz’in çabaları, Emevî idarecileri tarafından devamlı engellenmeye çalışılmıştı. Ömer bin Abdülaziz'in, Haccac'ın Irak'ta halka yaptığı zulmü dile getiren bir mektubu Velid'e göndermesi, Haccac'ın, Ömer'e kin duymasına sebep olmuş. Bunun üzerine Haccac, halifeye, Iraklı isyankarların Hicaz'a giderek, Ömer'den yardım ve ilgi gördüklerini dile getiren bir mektup yazmış ve sonucunda bu mektup, Haccac'ın, Ömer bin Abdülaziz'e tercih edilmesine neden olmuştur. Bunun üzerine Velid, Haccac'dan Medine'ye tayin edebileceği iki vali adayı isteyerek Ömer'i valilikten azletmiştir.[65] Ömer'in bir diğer nedeni ise; Emevi hanedanlığı içerisinde, sürekli sorun haline gelen, veliahtlık meselesi idi. Velid, kardeşi Süleyman'ı veliahtlıktan azlederek, oğlu Abdülaziz'i veliaht tayin edince, ortalık karışmıştı. Velid'in bu kararını, Haccac ve Kuteybe bin Müslim desteklerken, Ömer bin Abdülaziz ve güney Araplar’ı Süleyman'ın veliahtlığını savunuyordu. Bu durum, Medine'de iyi bir yönetim tarzı gösterdiği halde, Ömer'in görevden alınmasında etkili oldu.[66]

1.1. Ömer bin Abdülazîz Döneminde Hazarlar ile İlişkiler

Mesleme bin Abdülmelik’in Azerbaycan’dan ayrılması ve İstanbul kuşatmasına katılması Hazarlar için tehlikeyi kendiliğinden uzaklaştırmış oluyordu. Bu fırsattan istifade eden Hazarlar, 717-718 yılında Ermenîye ve Azerbaycan’a bir akın yaparak birçok müslümanı esir ederek bir topluluğu da katlettiler. Bunun üzerine Ömer bin Abdülazîz, Hatim bin Nu’man el-Bâhilî kumandasında bir orduyu Hazarlar’a karşı gönderdi. Hatim bin Nu’man el-Bâhilî, Hazarlar’ı mağlûp etti ve 50 kadar Hazar esirini halifeye gönderdi.[67]

Ömer bin Abdülazîz’in vefat etmesiyle yerine Yezîd bin Abdülmelik geçti. Ömer bin Abdülazîz’in kaldırmış olduğu haksız uygulamaları yeniden uygulamaya koydu. Böylece özellikle Türkler olmak üzere ülke çapında bulunan kölelerde büyük bir hoşnutsuzluğa sebep olmuştu.[68]

1.2. Yezîd bin Abdülmelik Döneminde Türkler ile İlişkiler

Yezîd’in halifeliğinin ilk yılı olan 720 yılında, Abdurrahman bin Nuaym, Horasan valiliğine devam etmiştir.[69] 721 yılında Irak valisi Mesleme bin Abdülmelik tarafından, Horasan valiliğine, Saîd bin Abdülazîz[70] getirilmiştir. Mesleme bin Abdülmelik, Saîd bin Abdülaziz Horasan’a vali tayin etmişti çünkü Saîd bin Abdülaziz onun damadıydı.[71]

721 yılında Saîd bin Abdülazîz’in zayıf kişiliği ve halkın onu Huzeyne diye lakaplandırması, Türk Hakanı’nı cesaretlendirmişti. Türk Hakanı, bir ordu oluşturup, Soğd bölgesine[72] gönderdi. Ordunun başında da Kursûl adında bir komutan vardı. Bâhilî sarayına kadar ilerledi. Sarayı kuşatan Kursûl ile şehrin valisi Osman bin Abdullah, 40000 dinar ve 17 rehine karşılığında anlaşmaya vardılar. Bunun üzerine Müseyyib bin Bişr komutasında bir ordu, Kursûl’un üzerine gönderildi. Müseyyib bin Bişr askerlerine şöyle hitap etmiştir: “Siz Türkler’in, Hakan’ın ve diğerlerinin arenasına çıkıyorsunuz. Sabrederseniz bunun bedeli cennet, kaçarsanız da bunun sonu cehennemdir. Kim savaşmayı ve sabretmeyi istiyorsa çıksın!” Türkler üzerlerine bir ordu gönderildiğini öğrenince, ellerinde bulunan rehineleri öldürmüşlerdir.[73] Daha sonra Müseyyib bin Bişr, emrindeki az sayıda insanla yoluna devam etmiş, Türklere karşı ufak da olsa, başarılar kazanmıştır. Daha sonra Türkler geri dönmüş; halk, saraydan alınan rehinelerden hiçbirini canlı görememiştir.[74] Saîd bin Abdülazîz, bu yıl bizzat kendisi sefere çıkmıştır. Belh nehrini geçerek anlaşmayı bozan ve Müslümanlara karşı Türklere yardım eden Soğd bölgesinde savaşmıştır. Bu sefere de insanların kendisine: “Sen savaşmayı bıraktın; Türkler saldırır, Soğd halkı isyan eder oldu.” demeleri üzerine çıkmıştır. Türkler ve Soğdlular’dan bir grupla karşılaşan ordu, onları hezimete uğratmıştır[75]

Mesleme bin Abdülmelik’in, Irak ve Horasan valiliklerinden azledilmesinden[76] sonra yeni Irak valisi Ömer bin Hübeyre, Saîd bin Abdülazîz ’yi azlederek yerine Saîd bin Amr el-Haraşî’yi tayin etmiştir.[77]

Yeni Horasan valisi Saîd bin Amr el-Haraşî, Türkler ile iş birliği yapan yerli halka karşı çok şiddetli davranmıştır ve zulmünden dolayı halk memleketini terketmeye mecbur olmuştur. Kaçanları takip eden Saîd bin Amr el-Haraşî, onlarınn bir kısmını Hocend’de kuşattı ve tüccarlar hariç teslim olan asker ve asilzadelerin hepsini kılıçtan geçirdi. 721-722 yıllarında cereyan eden bu hadiseler Araplar’a karşı kin ve nefreti arttırdı.[78] Bu olaylardan bir müddet sonra Ömer bin Hübeyre, Saîd bin Amr el-Haraşî’yi azlederek yerine Müslim bin Saîd bin Züraa el-Kilabî’yi atadı[79].

724 yılında Müslim bin Saîd bin Züraa el-Kilabî, Türkler’e karşı savaşa girişti. Bu savaştan önemli bir sonuç alamadı. Türk ordusu takibe başlayınca Müslim bin Saîd bin Züraa el-Kilabî geri çekildi. Ordu Belh nehrini geçerken, Temîm atlıları onları korudular. Temîm atlılarının başında o gün Abdullah bin Züheyr bin Hayân vardı. Tam bu sırada Yezîd bin Abdülmelik öldü ve yerine Hişâm bin Abdülmelik geçti. Soğd bölgesinin şehirlerinden biri olan Afşin’e doğru yürüdü. Afşin hükümdarı, Müslim bin Saîd bin Züraa el-Kilabî ile başa çıkamayacağını anlayınca, altı bin köle ve kalenin teslimi şartlarıyla anlaşma yapmaya mecbur kaldı[80].

1.2.1. Yezîd bin Abdülmelik Döneminde Hazarlar ile İlişkiler

721-722 yılında Hazarlar’ın tekrar bir akın yaptıkları görülmektedir.[81] 722 yılında Cerrâh bin Abdullah el Hakemî (o zamanlar Azerbaycan ve Ermeniyye valisiydi) Hazar topraklarına doğru sefere çıktı. Belencer’i fethetti. Yenilen Hazarlar’ın birçoğu suda boğularak öldü. Belencer ile yetinmeyen Cerrâh bin Abdullah el Hakemî, Belencer’in gerisinde kalan kaleleri de fethetti[82]. 723-724 yılında Cerrâh bin Abdullah el Hakemî, Belencer’in gerisinde kalan şehir ve kalelere ulaşıncaya kadar, el-Lân üzerine yürüdü. Bunlardan bazılarını fethetti. Buranın halkından bazılarını esir almasının yanı sıra bu seferden çok fazla ganimet elde etti.[83]

1.3. Hişâm bin Abdülmelik Dönemi (724-743)

Hişam bin Abdülmelik, yıkılma sürecine girmiş olan Emevîleri, tekrar derleyip toplayacak adımlar atmıştır. Emevî devleti onun döneminde biraz da olsa kaybetmiş olduğu gücüne tekrar kavuşmuştur. Bu dönemde, Mâverâünnehir’de Türgişlerle mücadele zirve noktaya çıkmıştır. 

1.3.1 Hişâm bin Abdülmelik Döneminde Türkler ile İlişkiler

Hişâm bin Abdülmelik’ın halife olması ve Irak umumî valiliğine Halid bin Abdullah el-Kasrî’nin tayin edilmesi, bazı karışıklıkların ortaya çıkmasına neden oldu. Müslim bin Saîd bin Züraa el-Kilabî, yeni validen çekinmesine rağmen, Nasr bin Seyyâr’ı, Belh’te kabile anlaşmazlığından çıkan karışıklığı bastırmakla görevlendirdi ve kendisi de sefere çıktı. Fakat bu sefer esnasında ordusunda bulunan Ezd kabilesi mensupları, ondan ayrıldılar[84]. Müslim bin Saîd bin Züraa el-Kilabî’ye, Buhâra’dayken kendisine Halid bin Abdullah el-Kasrî’nin mektubu ulaştı. Mektupta “Savaşını tamamla!” yazmaktaydı. Bunun üzerine Müslim bin Saîd bin Züraa el-Kilabî yoluna devam ederek Fergana’ya ulaştı. Kuşatma esnasında, Türk Hakanı Şümel’in üzerine geldiğini haber alınca, geri çekilmek zorunda kalmıştır. Onları takip eden Türk kuvvetleri, çok kayıp verdirdiler. Müslim bin Saîd bin Züraa el-Kilabî’in kuvvetleri, Seyhun’a vardığı zaman, Fergana ve Şâş kuvvetleri tarafından sıkıştırıldılar. Bu esnada taşımış oldukları sularını bırakmak zorunda kaldılar. Bir müddet sonra içecek suyu kalmayan orduda susuzluk baş gösterdi. “Yevmü’l-Atş” diye adlandırılan bu savaşta müslümanlar büyük kayıplar vererek Hocend’e çekildiler.[85]

Bu gelişmeler üzerine Hevsere bin Yezîd, Türkler’e karşı 4.000 kişiyle bir akın yaptı ve bir süre savaştıktan sonra geri döndü. Nasr bin Seyyâr da 30 kadar süvariyle, bir grup Türk’le savaştı ve onları yerlerinden geri püskürtmeyi başardı. Böylece Türkler mağlup oldu.[86]

Hişâm bin Abdülmelik, Irak valiliğine Halid bin Abdullah el-Kasrî’yi tayin ettikten sonra Halid bin Abdullah el-Kasrî, kardeşi Esed bin Abdullah el-Kasrî’yi, Horasan’a vali olarak gönderdi. 724 yılında Horasan’a gelen Esed bin Abdullah el-Kasrî, valiliği Müslim bin Saîd bin Züraa el-Kilabî’den devraldı.[87]

724 yılında Tâlekân dağlarının arkasında Karşistan’a sefer düzenleyen Esed bin Abdullah el-Kasrî, buranın hükümdarı ile anlaşma yaptı.[88]

Esed bin Abdullah el-Kasrî, 725-726 yılında Gûr[89] bölgesine sefere çıkmış ve buranın halkıyla savaşmıştır. Gûr halkı, tüm kıymetli eşyalarını, yolu olmayan bir mağaraya doldurmuşlardı. Esed bin Abdullah el-Kasrî, sandık tabutlar yaptırarak, bunların içerisine adamlar koydu. Onları zincirlerle mağaraya sarkıttı. Bunlar, tabutların içerisine aldığı kadar eşya yükleyip mağaradan çıktılar.[90]

726-727 yılında Huttel üzerine yürüyen Esed bin Abdullah el-Kasrî, burada Türk Hakanı ile karşılaştı. Buradan Kavadiyan’a çekildi ve nehiri geçti. Aralarında herhangi bir savaş olmadı. Farklı bir rivâyete göre iki ordu savaşmış ve Türkler Esed bin Abdullah el-Kasrî’yi yenerek onu rezil etmişlerdi.[91] Başka bir rivâyette bu savaş esnasında ordunun aç kaldığı da nakledilir[92].

 Esed bin Abdullah el-Kasrî, 727-728 yılında, valilikten azledilmiştir. Azlediliş sebebi, Esed’in halka karşı sert davranması, halk arasında karışıklığa yol açması, kabile asabiyeti güdüp Nasr bin Seyyâr ve bir grup Mudarî’ye karşı sert hareket etmesidir. Durumu öğrenen Hişâm bin Abdülmelik, Irak valisi Halid bin Abdullah el-Kasrî’ye: “Kardeşini azlet!” emrini içeren bir mektup gönderdi. Bunun üzerine Halid bin Abdullah el-Kasrî, Esed bin Abdullah el-Kasrî’yi görevinden aldı. Esed bin Abdullah el-Kasrî, Horasan Dihkânları ile birlikte, Horasan’a Hakem bin Avâne el-Kelbî’yi bırakarak, Irak’a geldi.[93]

Hişâm bin Abdülmelik, 727 yılında Esed bin Abdullah el-Kasrî’in yerine Eşres bin Abdullah es-Sülemî’yi valiliğe tayin etti. Eşres bin Abdullah es-Sülemî’yi valiliğe tayin ederken onun Irak valisi Hâlid bin Abdullah ile mektuplaşmasını emretmişti. Eşres bin Abdullah es-Sülemî, faziletli ve hayır sahibi birisiydi ve Horasan’a vali olarak gelişini halk sevinçle karşıladı. Ayrıca faziletinden dolayı ona “Kâmil” lakabını taktılar. Horasan’da ilk defa ribat[94]kuran odur. Eşres bin Abdullah es-Sülemî, küçük büyük demeden tüm işlerle bizzat kendisi ilgilendi.[95]

Eşres bin Abdullah es-Sülemî, 728 yılında Mâverâünnehir bölgesini iyi tanıyan birisi olan Ebu’s-Seydâ Salih bin Tarîf’i, Semerkand halkını İslâm’a davet için görevlendirdi. Ebu’s-Seydâ Salih bin Tarîf “Ben İslâm’ı kabul eden kimselerden cizyenin alınmamasını, Horasan bölgesinin haracının sadece erkeklerden alınması şartıyla giderim.” demesi üzerine Eşres bin Abdullah es-Sülemî bu şartı kabul etti. Ebu’s-Seydâ Salih bin Tarîf, Semerkand ve çevresindeki şehirlere gitti ve halkı İslâm’a davet etti. Müslüman olanlardan cizyenin kaldırılacağını vadetti. Bunun üzerine insanlar akın akın İslâm’a koştu. Girişimin tahminlerin üstünde bir başarı ile neticelenmesi hem hazine memurlarının hem de dihkânların[96] hoşnutsuzluğuna sebep oldu. Çünkü bölge halkı çağrıya icabet ederek akın akın müslüman oluyor, buna karşılık toplanan vergi miktarı hızla azalıyordu. Semerkand hükümdarı Gûzek’in durumu bildiren mektubu kendisine ulaşınca; halk isteyerek müslüman olmuyor, onların İslâm girmeleri cizyeden kaçmak içindir diye, müslüman olanlardan da cizye alınmasını emretti. Hatta kimin sünnet olup olmadığına, kimin Kur’an’dan bir sure okuyup okumamasına ve farzları yerine getirip getirmemesine bakılarak, o zaman cizyenin kaldırılması gibi bir formül bile düşünülmüştü. Halk onun bu kararını nefretle karşıladı. Bu karar halkı, Araplar’a karşı, Türkler ile birleşmeye sevk etti.[97]

Eşres bin Abdullah es-Sülemî, Kuteybe bin Müslim’in oğlu Katan ile birlikte Türk Hakanı’na karşı mücadeleye girişti. Amûl yakınında Türkler’le karşılaşan Eşres bin Abdullah es-Sülemî’nin birlikleri ağır kayıplar vererek nehri geçti. Beykent üzerine yürürken burada da Türkler’in taarruzuna uğrayan Müslümanlar, su yollarının Türkler tarafından tutulması sonucunda zor durumda kaldılar. Onları mahvolma tehlikesinden Hâris bin Süreyc’in “Kılıçla ölmek susuzluktan ölmekten, bu dünyada, daha şerefli, Allah katında da daha makbuldür.” diyerek insanları cihada teşvik etmesi sonucu Hakan’ın ordusu yenilmiş askerler suya kavuşabilmiştir. Yalnız bu seferde susuzluktan 700 müslüman ölmüştür.[98] Eşres bin Abdullah es-Sülemî, özellikle Buhâra, Beykend, Semerkand gibi şehirlerde Türk Hakanı ile mücadeleye girişmiş ancak her iki taraf da kesin sonuçlar elde edememiştir.[99]

Eşres bin Abdullah es-Sülemî’in valiliği sırasında Türk Hakanı, Kemerce’yi kuşatmıştı. Şehrin Müslüman halkı her türlü zor şartlara rağmen kaleyi 58 gün savundu. Ayrıca 35 gün boyunca develerini sulamamışlardır. Hakan, çeşitli yollar deneyerek kaleyi fethetmeye çalıştıysa da başarılı olamadı. Sonunda Kemerce halkına eman vererek Semerkand ve Debûsiyye’ye gitmelerine izin verdi. Halk yanlarına Türk rehineler alarak kaleyi terk etti.[100]

728-729 yılında Kürder halkı, İslâm’dan dönerek Müslümanlarla savaştı. Yapılan ilk savaşta müslümanlara karşı galip geldiler. Türkler de Kürder halkına destek olmuşlardı. Bu durumu gören vali Eşres bin Abdullah es-Sülemî, 1.000 kişilik askeri birliği oraya gönderdi. Neticede Müslümanlar Türkler’i yenerek, Kürder halkına karşı zafer kazandılar.[101]

729-730 yılında Şeddad bin Hâlid el-Bâhilî’nin, Hişâm bin Abdülmelik’e, Eşres bin Abdullah es-Sülemî’ı şikâyet etmesi sonucu Hişâm bin Abdülmelik, Eşres bin Abdullah es-Sülemî’yi azletti ve yerine Cüneyd bin Abdurrahman’ı atadı.[102]

Cüneyd bin Abdurrahman el-Murrî , Merv’e geldiğinde, Eşres bin Abdullah es-Sülemî; asıl Arap ordusu ile birlikte Buhâra ve Semerkand yörelerinde Türkler ile olan mücadelelerine devam ediyordu. Emrindeki 500 kişilik bir müfreze[103] ile Ceyhun nehrini geçmiş ve Türk yurtlarında ilerlemeye başlamıştı. Amacı bir an önce Eşres bin Abdullah es-Sülemî’ye ulaşmak, ondan görevi devralmaktı. Eşres bin Abdullah es-Sülemî, Buhâra’yı kuşatırken, bir kısım kuvvetlerini de civardaki isyanları bastırmaya göndermişti, bu birliklerden biri Hakan tarafından imha edildi. Buna rağmen Buhâra’yı kuşatan Eşres bin Abdullah es-Sülemî üzerine, fazla baskı yapılamadı. Bu sırada Cüneyd bin Abdurrahman el-Murrî, kumandasındaki birlikle, Eşres bin Abdullah es-Sülemî’n yanına geldi. Buhâra’yı kuşatan Arap birliklerinin takviyesi sayesinde Buhâra tekrar Araplar’ın eline geçmiş oldu. Vasıl bin Amr el-Kaysî komutasındaki birliğin, Hakan’a ani bir baskın yapması sonucu, Hakan yenilmiş ve geri çekilmek zorunda kalmıştır. Yine aynı yıl, 7.000 kişilik bir orduyla Türkler üzerine yürüyen Cüneyd bin Abdurrahman el-Murrî, Beykend’e iki fersah uzaklıkta Türk atlıları ile karşılaşarak onları mağlûp etti. Yapılan savaş çok çetin geçti ve az kalsın Cüneyd bin Abdurrahman el-Murrî’nin ordusu helak olacaktı. Sonuç olarak Cüneyd’in ordusu savaşı kazandı. Bu savaş sonrasında Şâş hükümdarı ve Türk Hakanı’nın kardeşinin oğlu esir alındı. Bu kişiyi halifeye gönderdi. İki ay boyunca Tirmîz’de konakladı. Sonra zafer kazanmış olarak Merv’e döndü. Hakan, Cüneyd bin Abdurrahman el-Murrî hakkında şunları söylemiştir: “Bu çocuk çok olmaya başladı. Bu yıl beni yenmiş olabilir. Gelecek yıl onu yok edeceğim.”[104]

730 yılında Cüneyd bin Abdurrahman el-Murrî, Toharistan seferine çıktı. Bu sefer sırasında, İslâm tarihine “Geçit Savaşı” diye geçen olay meydana geldi. Cüneyd bin Abdurrahman el-Murrî, 18.000 kişilik orduyu, Umare bin Huraym komutasında, Toharistan üzerine gönderdi. İbrahim el-Leysî’yi 10.000 kişilik bir kuvvetle, başka bir bölgeye gönderdi. Bunun üzerine Türkler de asker toplayıp, Semerkand üzerine yürüdüler. Semerkand valisi Sevre bin Hurr, Cüneyd bin Abdurrahman el-Murrî’ye mektup göndererek yardım istedi. Türk ordusunun başında büyük Hakan vardı ve Soğd, Şâş, Fergana halkı ona destek olmuşlardı. Cüneyd bin Abdurrahman el-Murrî, ordusuyla birlikte Semerkand kuşatmasını yarmak için, bu şehre yöneldi. Cüneyd bin Abdurrahman el-Murrî, kumandanlarının ikazlarına rağmen, Sevre bin Hurr’a yardım için hareketle Kiş üzerinden, Semerkand’a doğru yöneldi. Yolda, su kuyularının tahribi sebebiyle çok sıkıntı çekti. Semerkand’a 4 fersah kadar yaklaşan Cüneyd bin Abdurrahman el-Murrî, orada kamp kurmuştu. Ertesi gün Hakan büyük bir orduyla Müslümanlar’a hücum etti. İki ordu savaşa tutuştu ve çok şiddetli bir şekilde savaştılar. Her iki taraftan da birçok kişi öldü. İlk saldırılarda Müslümanların şiddetli hücumu sonucu Türkler hezimete uğradılar, daha sonra Türklerin karşı saldırılarında birçok müslüman şehit oldu. Sevre bin Hurr, Semerkand’da çok az sayıda bir kuvvet bırakarak Cüneyd bin Abdurrahman el-Murrî’nin yardımına koştu. Türkler, harp sahasındaki çalılıkları ateşlemek suretiyle Sevre bin Hurr’un birliklerinin büyük bir kısmını mahvettiler. Türkler’in, Sevre bin Hurr ile mücadelesinden istifade eden Cüneyd bin Abdurrahman el-Murrî, Semerkand’a girmeyi başardı. Önemli miktarda askeri esir alan Türkler, bunları Hakan’a götürdüler. Hakan, esirlerin tamamının öldürülmesini emretti. İşte bu savaşa “Yevmü’ş-Şiab” veya “Vak‘atü’ş-Şiab” ismi verilmiştir. Ölenler arasında Sevre bin Hurr da bulunuyordu. Nasr bin Seyyâr ve mevalinin gayretleri Arap ordusunu perişan olmaktan kurtarmıştı.[105]

Semerkand’ın yeniden kuşatılmasında bir başarı kazanılamayacağını anlayan Türkler, bu kere de Buhâra üzerine yürüyerek orada bulunan Katan bin Kuteybe’yi kuşattılar. Bunun üzerine Cüneyd bin Abdurrahman el-Murrî, istişare ettikten sonra Semerkand’ı terkederek Buhâra’nın yardımına koştu. Halife’ye mektup yazarak kendilerine ordu göndermesini istedi. Buhâra’ya varan Cüneyd bin Abdurrahman el-Murrî, Hakan’ı çekilmeye mecbur etti.[106]

733 yılında Horasan’da büyük bir kıtlık yaşandı.[107]

734 yılında Cüneyd bin Abdurrahman el-Murrî, Fadıla bint Yezîd bin Mühelleb ile evlendi.  Hişâm bin Abdülmelik bunu duyunca çok kızdı ve onu valilikten azlederek Asım bin Abdullah bin Yezîd el-Hilâlî’yi tayin etti.[108] Asım bin Abdullah bin Yezîd el-Hilâlî, iç işlerle uğraşmaktan, fetih hareketlerinde bulunmamıştır. Toharistan bölgesinde patlak veren Hâris bin Süreyc[109] isyanını bastırmak için uğraşmış, bunun dışında Türkler ile önemli bir temasta bulunmamıştır[110]. Asım bin Abdullah bin Yezîd el-Hilâlî hiçbir varlık gösteremediği için azledildi ve yerine Esed bin Abdullah tayin edildi.[111]

Esed bin Abdullah, 737 yılında Huttel üzerine sefere çıkmış, bölgedeki bir kaleyi fethetmiştir. Birçok esir elde etmiş ve düşman ordusu Çin topraklarına kaçmıştı.[112]

737 yılında, Türk şehirlerini Araplar’a karşı başarıyla koruyan, Türk Hakanı Su-lu öldürülmüştür. Nakledildiğine göre Esed bin Abdullah’ın bölgedeki başarılı fetih hareketleri sonucu harekete geçen Hakan, 50.000 kişilik ordusuyla Belh şehrinin kıyısındaki nehre kadar geldi. Müslümanlar, Hakan’ın ordusuna hücum ettiler. Bu esnada Hâris bin Süreyc de beş bin savaş atı getirmiş ve bunlar askerlere değil sadece ordudaki Türk komutanlarına dağıtılmıştır. Hâris bin Süreyc kendisi Arap olduğu halde Türkler’in ordusunda savaşıyordu. Yapılan savaşta Hakan mağlup oldu ve birçok askeri öldürüldü. Esed bin Abdullah ile karşılaşan Hakan feci bir mağlûbiyete uğradı. Bu mağlûbiyet Hakan’ın itibarını kaybetmesine sebep olup memleketine dönünce Kursûl tarafından öldürüldü.[113]

Yine aynı yıl Esed bin Abdullah, Huttel üzerine yürüdü. Melik Bedr Tarhan, Esed bin Abdullah ile görüşmesinde 1.000.000 dirhem vermeyi teklif ettiyse de Esed bin Abdullah bunu kabul etmedi ve: “Sen oraya Bamyan halkından garip bir adam olarak girdin. Huttel’e nasıl girdiysen öyle çık.” dedi. Türk şehirlerini ele geçiren Esed bin Abdullah, Melik Bedr Tarhan’ı da öldürttü. Huttel şehrini ele geçirip mallarını ve kadınlarını ganimet olarak aldı.[114]

738 yılı Horasan valiliğine Nasr bin Seyyâr el-Kinanî atandı[115].

Emevî devletinin son Horasan valisi olan Nasr bin Seyyâr el-Kinanî, saldırgan bir siyaset yerine, Arap hakimiyetine karşı karşı koyan Mâverâünnehr sakinlerini, Araplar’la aralarındaki farklılıkları gidermek suretiyle dindirmeye çalıştı ve başarılı oldu.

Ufak çapta bazı seferler yapmaktan da geri durmuyordu. Eyalet merkezini Belh’ten Merv’e taşıdı; Katan bin Kuteybe’yi, Ceyhun’un doğusunda bulunan garnizonların kumandanlığına tayin etti dolayısıyla Buhâra ve Kiş’te herhangi bir hareketin çıkmasını daha başlangıçta önlemiş oldu. Bu sırada kendisi de ordusu ile beraber Semerkand’a gitti ve hiçbir dirençle karşılaşmaksızın şehre girdi. Bir müddet Semerkand’da kalarak, iç vaziyeti düzelttikten sonra, 740 yılı sonlarında, Mâverâünnehr halkından da aldığı kuvvetlerle, Uşrusana üzerinden Şâş’a yürüdü. Uşrusana hâkimi sadakatini arzettiği için çatışma olmadı. Şâş’ta, karşısına buranın hâkimi ile Türgiş Hakanı Su-lu’yu katleden Kursûl çıktı ise de yapılan çarpışmada Kursûl esir alındı ve derhal idam edildi. Nasr bin Seyyâr el-Kinanî, Şâş hâkimi ile de daha önce isyan etmiş olan Hâris bin Süreyc’in Şâş’tan atılması şartıyla barış yaptı. Buradan, Fergana üzerine yürüyen Nasr bin Seyyâr el-Kinanî, oranın hükümdarı ile de barış yaptı.[116]

739 yılında Belh şehrinden yola çıkan Nasr bin Seyyâr el-Kinanî, Mâverâünnehir’deki Babu’l-Hâlid bölgelerinde savaş yapmıştır. Daha sonra Verağser ve Semerkand seferine çıkmış, Merv’den Şâş şehrine kadar uzanan yerleri tekrar itaat altına almıştır.[117] Yine aynı yıl Nasr bin Seyyâr el-Kinanî, Süleyman bin Sûl’u, Fergana melikine bir sulh mektubu ile gönderdi. Süleyman bin Sûl’u, Fergana melikiyle konuşup onun sulhu kabul etmesini sağladı.[118]

 Nasr bin Seyyâr el-Kinanî, 741 yılında Soğd halkıyla sulh anlaşması yapmıştır. Esed bin Abdullah’ın valiliği döneminde öldürülen Hakan’dan sonra Türkler dağınık bir hale gelmişlerdi. Soğd halkı kendi bölgelerine dönmek istiyorlardı. Nasr bin Seyyâr el-Kinanî, onlara bir haberci göndererek kendi memleketlerine dönmek için izin verdi. Onlara istedikleri şeyi vereceğini söyledi. Soğd halkı da bazı şartlar öne sürdü. Bu şartlar şunlardı:

1.Dinden dönenlerin (mürted) cezalandırılmaması,
2.Herhangi bir borçtan dolayı hiç kimseye zulmedilmemesi,
3.Hâkimin hükmü ve âdil kişilerin şahitliği olmadan Müslüman esirlerin ellerinden alınmaması.

Bu istekler karşısında halk, Nasr bin Seyyâr el-Kinanî’yi ayıplayınca o şöyle dedi. “Şayet siz onların Müslümanlar hakkındaki olumlu düşüncelerini bilseydiniz buna karşı gelmezdiniz.” Hişâm bin Abdülmelik’e bir elçi göndererek durumu bildiren Nasr bin Seyyâr el-Kinanî’nın görüşünü, halîfe Hişâm bin Abdülmelik de uygun buldu.[119] Yine bu yıl Nasr bin Seyyâr el-Kinanî, Fergana’ya karşı ikinci kez savaştı.[120] 743 yılında Hişâm bin Abdülmek’in vefat etmesi üzerine Velîd bin Yezîd halife oldu.[121]

725-726 yılında Hişâm bin Abdülmelik, Cerrâh bin Abdullah’ı Ermeniyye, Azerbaycan ve Cezîre valiliğinden azletmiştir. Yerine Malatya civarında savaşan kardeşi Mesleme bin Abdülmelik’i[122] tayin etmiştir.[123] 728 yılında Mesleme bin Abdülmelik, Hazarlar üzerine sefere çıkmıştır. Babu’l-Lân’a doğru Hazarlar’ın üzerine gelmiştir. Orada Hakan’ın ordusuyla karşılaşmıştır. Yaklaşık bir ay savaşmışlardır. Bu arada şiddetli bir yağmura tutulmuşlardır.[124] Sonuçta Hakan’ın ordusu bozguna uğramıştır. Hakan geri çekilmek zorunda kalmıştır.[125] 729 yılında Hazarlar, Azerbaycan’da bazı yerleri istila etmişler, karşılarına çıkan Hâris bin Amr onları bozguna uğratmıştır.[126]

Hişâm bin Abdülmelik bölgeye kuvvetli bir garnizon yerleştiren[127] Mesleme bin Abdülmelik’i 730 yılında görevden alarak Cerrâh bin Abdullah’ı ikinci kez valiliğe tayin etmiştir.[128] 731 yılında Hazarlar saldırıya geçtiler. Karşılarına Cerrâh bin Abdullah, Azerbaycan ve Şam askerleriyle birlikte çıkmasına rağmen Erdebil geçidinde Cerrâh bin Abdullah ve yanındakiler şehit düştü. Böylece Hazarlar Erdebil’i işgal etti. Ermeniyye valiliğini Cerrâh bin Abdullah’ın kardeşi Haccac bin Abdullah üstlendi[129]. Bu haber, Hişâm bin Abdülmelik’e ulaşınca, Saîd bin Amr el-Haraşî’yi çağırarak onun görüşünü sordu. O da: “Beni kırk posta atıyla oraya gönder. Sonra her gün kırk posta atlı adam gönder. Sonra ordu komutanlarına benim emrimin altına girmelerini emret.” diyerek görüşünü belirtti. Hişâm bin Abdülmek’in bu fikir hoşuna gitmiş olacak ki dediğini yaptı.[130] Hazar Hakanı’na gönderilen Müslümanlar’dan ve zimmîlerden üç heyet esir alınmıştı. Onları Saîd bin Amr el-Haraşî kurtarmıştı. Fakat birçoğu öldürülmüştü.[131]

731 yılında Mesleme bin Abdülmelik, orduyu Hakanın üzerine gönderdi. Hakanın elinde bulunan birçok kaleyi ve şehri fethetti. Hakanın ordusundan birçok kişiyi öldürdü ve esir etti. Hazar halkından birçok kişi kendini ateşle yaktı. Belencer dağlarının sırt kesimindekiler boyun eğdiler. Bu savaşlar sırasında Hakanın oğlu da öldürüldü.[132] Bu olaydan bir sene sonra Hakanın yenilmesi üzerine Mesleme bin Abdülmelik, el-Bâb’dan ayrıldı. 732 yılında Hişâm bin Abdülmelik, Ermeniyye ve Azerbaycan valiliğine Mervan bin Muhammed’i atadı.[133] Mervan bin Muhammed, 735 yılında Hazar bölgesine iki kez ordu gönderdi. Bu seferlerin ilkinde el-Lân bölgesinden üç kaleyi fethetti. Diğerinde ise Tumanşah üzerine yürüdü. Halkı savaşsız bir şekilde anlaşmaya razı oldular.[134] 738 yılına gelindiğinde İshak bin Müslim el-Ukaylî, Tumanşah kalesini fethetti ve burayı yıktı. Ayrıca Mervan bin Muhammed, düzenli hale getirdiği Hazar seferlerine, bu yıl da devam etti.[135] Mervan bin Muhammed, 739 yılında Serirü’z-Zeheb hükümdarı üzerine yürüdü. Kalesini fethetti ve topraklarını tahrip etti. Orayı cizyeye[136] bağladı ve her yıl bin asker göndermesi şartıyla anlaşma yaptı. Ondan bu rehineleri alarak burayı karargâhı haline getirdi.[137]

1.5. Velîd bin Yezîd Dönemi (743-744)

Velîd bin Yezîd halifeliğe geldikten sonra gençliğini geçirmiş olduğu çöle geri döndü. Sarayında çevresinde eğlenceden oluşan bir topluluğun içinde zamanını geçirmeye başladı. Devlet işleri ile ilgilenmemesi birtakım sorunlara sebep oldu. Arap kabileleri arasındaki çatışma şiddetlendi ve bunun üzerine devlete düzen vermek adına Emevî ailesi tarafından hilafetten alınarak öldürüldü.

1.6. Yezîd bin Velîd Dönemi (744)

Velîd bin Yezîd’in yerine geçen Yezîd bin Velîd her ne kadar iyi bir halife olacağını söylese de durum böyle olmadı. İktidarını Kelb kabilesine üzerine kuran Yezîd bin Velîd’in etrafında hiç Kayslı kalmadı, hatta Yezîd bin Velîd’e Ermeniyye valisi Mervan bin Muhammed ile Horasan valisi Nasr bin Seyyar bile biat etmedi. Kısa bir süre sonra vefat etmesi üzerine yerine İbrahim bin Velîd geçti.

1.7. İbrahim bin Velîd Dönemi (744)

Her ne kadar İbrahim bin Velîd başa geçmiş olsa da onu Şam dışında hiçbir yer halife olarak tanımadı. Mervân bin Muhammed’in Kayslılar’ın da tam desteğini alarak Şam’a girmesi sonucu, İbrahim bin Velîd hilafetten vazgeçti.

1.8. Mervân bin Muhammed Dönemi (744-749)

Abbasî ihtilâlinin patlak vermesi, hızı kesilmiş olan fetih hareketinin duraklamasına sebep oldu. Horasan valisinin ihtilâlcilerle uğraşması, yerli halkın ihtilâlcileri desteklemesi, Emevî ordularının dışarıya karşı harekete geçme imkânlarını tamamen ortadan kaldırmıştı. Emevî komutanları iç işlerle uğraşmaktan dışarıya yönelemediler. Emevîler yıkılıncaya kadar bu böyle devam etti. Abbâsîler ile birlikte ilişkiler tekrar başladı Sadece tekrar başlamakla kalmadı farklı bir boyut da kazandı. Çünkü artık Türkler savaşılan taraf değildi ve hızla müslüman olan Türkler İslâm tebeasının bir parçası haline geldiler.

Abbâsîler Dönemi Türk-Arap İlişkileri

Abbâsî ihtilâli, Horâsân’da başladı. Hilâfet makamını ele geçiren Abbâsîler, 1258 senesine kadar hilafet makamında kaldılar. Ayrıca Abbasîler, Emevîler’in yanlış politikalarını sürdürmediler ve köklü değişikliklere gittiler.

Yeni hanedan ilk önce merkezi Şam’dan Bağdat'a taşındı. Suriyeliler, halifelerin daimî ordusunu oluşturuyordu ve Halife bu ordunun arasında kendisini emniyette hissediyordu. Kökten değişim ile beraber Araplar ve Suriyeliler için hâkimiyet devri sona erdi. Arap ve mevâlî arasındaki farklılık ortadan kalktı ve hatta mevâlî, Araplar’a karşı üstünlük bile kazandı. Doğu halkı, özellikle Horâsânlılar, Abbâsî Devleti’nin çeşitli makamlarına yerleştiler ve idarî ve askerî kadroların büyük bir kısmı, Arap olmayan unsurun eline geçti. Halifelerin merkeze yerleştirdikleri ücretli muhafız birlikleri çoğunlukla Arap olmayanlardan meydana geliyordu.

Abbâsîile yaşanan değişikliklerden biri de fetih siyasetiydi. Emevîler döneminde devam eden askerî hareket büyük ölçüde durdu ve Anadolu'ya yapılan gazalar dışında büyük çapta bir askerî harekât düzenlenmedi. Türk ülkeleri üzerine yapılan askerî harekât da durmuştu. Bu durum, mevâlîlerin durumunun düzeltilmesiyle birlikte, Türk-Arap ilişkilerinin düzelmesine sebep oldu. Böylece Türkler, İslâmiyet’i daha uygun bir ortamda tanıyıp, öğrenmeye başladılar. Sonuç olarak, hem Türklerin İslâmiyet’i kabulü hızlandı hem de İslâm devletinde görev alan Türkler’in sayısı arttı.
Abbâsîler döneminde, ilk Abbâsî Halîfesi Abdullâh Seffah zamanında, 751 yılında  Talas Savaşı[138] yapıldı. Bu savaşta önemli olan Türkler ile Müslüman Araplar arasında yapılan ittifaktı. 751 yılı Temmuz ayında Ebû Müslim, Horâsân’ın kumandanı Ziyad bin Salih ile Çin’in Kuça valisinin idare ettiği ordular arasındaki savaşta, Çin birlikleri ağır kayıplar vermişti, 20 bin Çinli esir düşmüştü. Başkumandanlarının bile canını zor kurtarabildiği bu savaştan sonra Çinliler, bir daha Mâverâü’n-nehr işlerine karışamadılar.

Çin’e karşı yapılan bu savaşta o güne kadar Araplar tarafından yapılan bütün askerî harekâtların karşısında yer alan Türkler, ilk defa Araplar ile birlikte başka bir düşmana, Çin ordusuna, karşı mücadele ettiler ve kazandılar.

Arap ve Çin kaynakları, Talas Savaşı’nın üzerinde fazlaca durmamıştır, bu olaya kendi tarihleri açısından büyük bir önem vermemişlerdi. Ancak Türkler için durum aynı değildi. Bu savaş, Türk-Arap ilişkilerinin sürecinin geleceği için bir dönüm noktası olmuştur. Bu tarihten sonra, arada birkaç zıtlık meydana gelse de, genel olarak Türk-Arap ilişkileri yumuşamış ve Türkler’in İslamiyet'ini kabulü kolaylaşmıştır. Öyle ki Türkler’in İslâmiyet’i kabul süreci içerisinde Talas Savaşı’yla başlayan döneme “hizmet safhası” denmişti.

Abbâsî halifeleri de çeşitli davranış ve tedbirleriyle Türkler’in İslâmiyet’i kabul etmelerine olumlu katkıda bulunmuşlardır. Abbâsîler’in ikinci halifesi Abdullâh Mansûrdu. Abdullâh Mansûr, bir taraftan ilk defa Türkler’i devlet hizmetinde görevlendirmiştir ve bir taraftan da oğlu Muhammed Mehdî’ye, mevâlîye iyi davranmasını vasiyet etmiştir.

Muhammed Mehdî (775-785) ise bazı Türk hükümdarlara elçiler göndererek, onları itaat ve İslâmiyet’i kabule davet etti. Bu dönemde, Halîfe Muhammed Mehdî’nin ordusunda görev alan Türkler, Hâricî[139] İsyanı’nın bastırılmasında büyük rol oynadı.

Muhammed Mehdî’den sonraki dönemde, Hârûn Reşîd (786-809) saray muhafızlarını Türkler’den meydana getirmiştir. Abdullah Me’mûn (813-833) Aşağı Türkistan ve çevresinde İslâmiyet’in yayılması için büyük çaba sarf etmiş ve başarılı da olmuştu. Onun ordu komutanları arasında çok sayıda Müslüman Türk bulunmaktaydı. Bunların bir kısmı Bizans uç bölgelerine görevlendirmişlerdi. Bunlardan biri olan Ebu Süleym Ferec el-Hadim et-Türkî, bazı bölgelerin genel komutanlığına atanmıştı. 25 yıl Bizans uç bölgesinde kalarak, buranın tahkim[140] ve imar faaliyetlerini sürdürmüş, askerî açıdan son derece önemli olan bu bölgenin hakimi olmuştu.

Abdullah Me'mun gittikçe artan İran nüfuzu karşısında denge unsuru olarak Türkler’den faydalanmayı düşünmüştü. Abdullah Me'mun, kardeşi Abbas Mu'tasım aracılığıyla Türk illerinden düzenli bir biçimde ücretli asker getirtiyordu. Kısa sürede bunların Bağdâd’taki sayıları 18.000'i buldu. Abdullah Me'mun, Bizans'a karşı seferlerinde bu askerlerden büyük çapta faydalanmıştır.

Aynı durum annesi Türk olan Halife Abbas Mu’tasım (833-842) döneminde de devam etmişti. Hatta Abbas Mu’tasım, Türk birliklerinin desteği sonucu halîfe olmuş, bu sebeple Araplar’dan sonra İranlıların da devlet idaresindeki yerlerini, Türkler almışlardı.

Samarra Devri ve Sonrası

Türkler’in ordudaki sayılarının kısa zamanda çoğalması ve nüfuzlarının artması, onlara farklı muamele yapılması hoşnutsuzluğun meydana gelmesine sebep oldu. Türkler’den meydana gelen süvari birlikleri, Bağdat'ı bir talimgâh[141] sahası haline getirmişlerdi ve bundan dolayı Halîfe’ye şikâyetler gelmekteydi. Abbas Mu’tasım, bu durumda halkın isyanından korkuyordu. Bu nedenle, muhafız birlikleri ile beraber hilâfet merkezini taşıyabilecek bir yer aramaya başladı ve 835 yılında Sâmarrâ şehrini kurarak merkezi oraya nakletti.

Sâmarrâ’nın kurulmasına sebep olan Türkler, burada da özel bir muameleye ulaşmış olmuşlardı. Türk kumandanlarına, halîfe ayrı ayrı arazi tahsis edip, maiyetleri[142] ile beraber oralara yerleşmelerini sağlıyordu. Türklerin diğer unsurlarla karışmamalarına dikkat ediliyordu, hatta kendi soydaşları dışında yabancılarla evlenmelerine müsaade edilmiyordu. Abbas Mu’tasım zamanında, hilâfet ordusundaki Türkler’in sayısının yirmi beş bin civarında olduğu tahmin edilmektedir.

Hilâfet merkezinin Bağdat'tan, Sâmarrâ’ya taşınması, Türkler’in Abbâsî Devleti’nde ne kadar etkili olduğunu açıkça gösteriyordu. Abbâsî Devleti’nde Abbas Mu’tasım’la başlayıp 56 sene boyunca toplam sekiz halifenin iktidar döneminde devam eden (836-892) Sâmarrâ Devri, başlamış oluyordu. Türkler, devlette büyük öneme sahip olmuşlar, halife seçimlerinde bile etkili olmuşlardır. Halifeler bu dönemde, Türk komutan ve idarecilerin istekleri dışına çıkamamışlardır. Bu durum Abbâsî halifeleri ile Türk kumandan ve idareciler arasında gizliden gizliye bir rekabeti beraberinde getirmişti. Özellikle Cafer Mütevekkil’in, oğlu tarafından hazırlanan bir tertiple öldürülmesi olayı (861), Abbâsî sarayında Türkler aleyhine gelişmelere sebep olmuş ve halifenin öldürülmesi olayına karışan birçok önemli Türk kumandan öldürülmüştü.[143]

892’de Mu’tazıd’ın, Sâmarrâ’yı terk ederek Bağdat'a dönmesiyle, Sâmarrâ Devri sona erdi. Türkler’in devlet kademelerindeki önemi kırılmıştı ve halifelerin öenmi artmış olmakla beraber bu durum uzun sürmedi. Halife Mu’tasım’ın ölümünden sonra yerine geçen Hârûn Vâsık’tan sonra Abbâsîler’in ikinci dönemi de denilen yeni bir dönem başlamıştı. 847-946 yılları arasında devam eden bu süre zarfında, Hilafet makamının gücü iyice zayıflamıştı ve Abbâsî toprakları üzerinde Halife’ye bağlı olmakla birlikte, çoğu zaman kendi başına hareket eden çeşitli devletler ortaya çıkmıştı. Türkler’in yoğun olarak yaşadığı Mâverâü’n-nehr ve Horâsân bölgesinde de Sâmânoğulları Devleti (874-999) kuruldu ve bölgede İslâmiyet’in yayılmasına büyük katkısı oldu. Bazen bölgedeki gayri Müslim Türkler ile mücadele eden Sâmânoğulları, ordu ve devlet teşkilatında çok sayıda Türk kumandan ve devlet adamına yer verdikleri gibi, bölgedeki irşad[144] faaliyetleri ile Türkler arasında İslâmiyet’in hızlı bir şekilde yayılmasını sağladılar. Hatta Mâverâü’n-nehr’in gerçek anlamda İslâmlaşması, onların döneminde gerçekleşmiştir.

Türklerin İslamiyet’i Kabulünü Kolaylaştıran Sebepler

Din değiştiren toplum olan Türkler’in, içinde bulundukları siyasi, sosyal, kültürel ve dini şartların uygunluğu, zamanlamanın uygunluğu ve yeni dinin Abbâsîler dönemindeki sunulma şekli, din değiştirmeyi kolaylaştırmıştır.

Türkler’in “milli dini” Göktanrı inancı olmakla birlikte çeşitli Türk şubelerinin, başka sebeplerle, farklı dinleri kabul ettikleri açıktır. Budizm, Maniheizm, Zerdüştlük, Hıristiyanlık ve Yahudilik gibi dinlere geçenler genellikle yerleşik hayata geçen veya ana Türk kitlesinden uzaklaşan gruplar olup; geleneksel Türk hayat tarzını devam ettirenler, Göktanrı inancını terk etmemişlerdi. Türkler’in geleneksel dininin oldukça basit bir felsefesi vardı. Türk hayat tarzı ve kültürüyle özdeşleşmiş bir yapıya sahipti. Yabancı dinlere mensup Türk şubeleri ise; ya benimsedikleri farklı dini Türk yaşam tarzına uyduruyorlardı ya da o dini terk ediyorlardı.

Türkler, özellikle Abbasiler dönemindeki huzur ve barış ortamında İslamiyet’i kendi istekleri ile kabul etmeye başladıklarında, bu dinin Türk inanç sistemiyle uyumlu olduğunu gördüler. O dönemdeki bazı yazarlar ve modern araştırmacılar, temel sebebi, bu iki inanç sistemindeki benzerlik olarak belirtiyorlar. Tek Tanrı inancı, ahiret inancı, cennet ve cehennem kavramları, temizliğin önemli olması ve sınıfsal farklılıkların olmaması bunların başında geliyor.

Sonuç

Türkler’in İslamiyet’i kabul etmeleri kendilerine özgü bir süreçten geçmiştir İlk zamanlar Türkler Müslüman Araplar’ı tanımışlardır ve zamanla gelişen süreçte İslamiyet’i benimsemişlerdir. Türkler’in İslamiyet’i yeterince tanımasıyla, Türkler İslam dinini kendi irade ve arzularıyla benimseyecek noktaya gelmişlerdir. Bu üç asırlık süreci şu şekilde özetleyebiliriz.

İslam fetihlerinin başladığı ve kısa sürede geliştiği dönemde Türkler ve Araplar arasında Sasânîler bulunuyordu. Bundan dolayı Türkler ve Araplar arasındaki doğrudan ilişkiler Sasânî Devleti’nin ortadan kalkmasıyla başlamıştır. Müslüman Araplar’ın; Hz. Ömer devrinde  Âmûderyâ (Ceyhûn) kıyılarına, Emevîler döneminde ise Mâverâü’n-nehr ve Türk ülkelerine ulaşması, Türkler ve Müslüman Araplar arasında yıllarca devam edecek olan mücadelenin, başlangıcı olarak kabul edilebilir.

Türkler Arap istilası olarak değerlendirilen ilk Emevî akınlarına karşı direnmişlerdir. Bu dönemde Mâverâü’n-nehr’deki Göktürk hâkimiyeti zayıflamıştı ve bazen mahalli beylikler bile mücadele ediyordu. Bu mahalli oluşumlar içerisinde en önemlisi o sırada Kabac Hatun tarafından idare edilmekte olan Buhârâ idi. Kabac Hatun, bütün gücüyle dirense de hiçbirinde başarılı olamamıştır. Emevi orduları da işgal ve ganimet alma konusunda başarılı olsalar da, işgal ettikleri bölgelerde hakimiyet kuramıyorlardı fakat öyle bir amaçları da yoktu. Ele geçirdikleri bölgelerde ise İslâm’ın tebliği ve hoşgörü politikaları uygulamıyorlardı.

Bölge halkı, zamanla Emeviler’e karşı, büyük tepkiler göstermeye başladı. Bundan dolayıdır ki başta Kabac Hatun olmak üzere bölge halkı, Emevî-Arap ordularına karşı var güçleriyle mücadele etmişlerdir.

Emevîlerin bu tür politikaları, bazı istisnalar dışında genel olarak böyle devam etmiştir ve bu durum Türkler’i İslamiyet’ten soğutmuştur.

Abbâsîlerin iktidara gelmesiyle Türk ülkelerine yönelik fetih harekâtı durmuştur. Mevali’ye karşı olan politikanın olumlu yönde değişmesi ve başta Türkler olmak üzere Arp olmayanlara iyi davranılması, İslâmiyet’in yayılmasına bir ivme kazandırmıştır. Meydana gelen Talas Savaşı, Türkler ile Müslüman Arapların yakınlaşmasına zemin hazırlamıştır ve Abbasi devletinde görev alan Türkler’in sayısında artış yaşanmıştır.

Türkler ilk defa barış, huzur ve güven içerisinde İslâmiyet’i tanımaya ve yavaş yavaş kabul etmeye başlamışlardır ve İslâmiyet, her geçen gün daha da hızlanarak Türk ülkelerinde yayılmaya başlamıştır. Öyle ki İslâm ülkelerinden uzak yerlerde bulunan bölgelerde bile İslamiyet’ olan ilgi artmıştır.
Mâverâü'n-nehr’in neredeyse tamamı müslümanlaşmıştır ve çeşitli Türk şubeleri kitleler halinde İslamiyet’i kabule başlamışlardır. Bu süreçte tüccarlar ile âlim ve sufilerin de büyük rolü olmuştur. Kaynakların ifadesine göre; bu dönemde İslâmiyet’i kabul eden Türk kitleleri arasında 100 bin, hatta 200 bin çadırdan oluşan kalabalık gruplar bulunuyordu. Böylece Hz. Ömer devrinde başlayan ve IX. ve X. yüzyıla kadar devam eden, Türkler’in İslâmiyet’i kabul süreci, sona yaklaşmıştır. Her ne kadar Türkler arasında İslamlaşma XIII ve XIV. yüzyıllara kadar devam edecekse de artık hem Türk tarihi hem de İslâm tarihi için yeni bir dönem, Müslüman Türk devletleri dönemi başlıyordu.


Ekler
Emevi Halifeleri
Hükümdarlar
Saltanat Dönemi
Şam'da hüküm süren Emevî Halifeleri

I. Muaviye bin Ebu Süfyan
661-680
I. Yezid bin Muaviye
680-683
II. Muaviye bin Yezid
683 – 684
I. Mervan bin el-Ḥakem
684 – 685
685 – 705
I. Velid bin Abdülmelik
705-718
715-720
717-724
II. Yezid bin Abdülmelik
720-743
724-744
II. Velid bin II. Yezid
743
III. Yezid bin Velid
744
744
744-750

Bağdad Abbâsîleri Nesli

Sıra
Dönem
Adı
Tam Adı
Künyesi
Babası
1
750-754
Abdullâh Seffah
Ebû’l-Abbâs Seffah Abdullâh bin Muhammed el-Imam
Ebû’l-`Abbâs
Muhammed İmâm
2
754-775
Abdullâh Mansûr
Ebû Câfer Mansûr `Abdullâh bin Muhammed el-İmâm
Ebû Câfer
Muhammed İmâm
3
775-785
Muhammed Mehdî
Ebû Abdullâh Mehdî Muhammed bin Abdullâh Mansûr
Ebû Abdullâh
Mansûr
4
785-786
Mûsâ Hâdi
Ebû Muhammed Hâdî Mûsâ bin Muhammed Mehdî
Ebû Muhammed
Mehdî
5
786-809
Hârûn Reşîd
Reşîd" Hârûn bin Muhammed Mehdî bin Abdullah Mansûr
-
Mehdî
6
809-813
Muhammed Emîn
Ebû Abdullâh Emîn Muhammed bin Hârûn Reşîd
Ebû Abdullâh
Harun Reşîd
7
813-833
Abdullâh Memûn
Ebû’l-Abbâs Memûn Abdullâh bin Hârûn Reşîd
Ebû’l-Abbâs
Harun Reşîd
8
833-842
Abbâs Mutasım
Ebû İshâk Mutasım Abbâs bin Hârûn Reşîd
Ebû İshâk
Harun Reşîd
9
842-847
Hârûn 'Vâsık
Ebû Câfer Vâsık Hârûn bin Muhammed Mutasım
Ebû Câfer
Mutasım
10
847-861
Câfer Mûtevekkil
Mûtevekkil Câfer bin Muhammed Muʻtasım bin Harun Reşîd
-
Mutasım

Şimşirgil, A. (2017), Büyük Doğuş (1. baskı), İstanbul: Timaş Yayınları.
Dadan, A. (2006), Taberi Tarihindeki Türklerle İlgili Rivayetlerin Tespiti ve Değerlendirilmesi, Yüksek Lisans Tezi, S.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü.
Apak, A. (2011), Buhara’da Ezan Sesleri, G.Ü. Fen-Edebiyat Fakültesi.
Taberi, M. (2007), Tarih-i Taberi (1.baskı), İstanbul: Sağlam Yayınları.
Göksu, Erkan. (çevrimiçi) Türklerin İslamiyeti Kabulü,https://www.beyaztarih.com/turk-tarihi/turklerin-islamiyeti-kabulu (erişim tarihi: 03.12.2018).










[1]Mâverâü'n-nehr, Arapça bir sözcüktür. Türkçe ’de “nehrin ötesi” anlamına gelmektir. Arapça’ da “bir şeyin arkasında bulunan yer” anlamına gelen “mavera” sözcüğü ile “nehir” sözcüğünden oluşmuştur. Mâverâü'n-nehr, Orta Asya Bölgesi’nde, Ceyhun ile Seyhun Nehirler’i arasında kalan bölgede bulunur.
Türk kavimleri, Anadolu’ya göç ederken bu bölgeyi dinlenmek için kullanmışlardır. Uzun göç süresi boyunca, dinlenmek için güvenli ve hava şartları uygun bir bölgeye ihtiyaç duyan Türk boyları için burası uygun bir alan oluşturmuştur.

[2]Cahiliye Dönemi (Arapça: جاهلية cāhilīyye, "bilgisizlik"), Arap toplumunun İslam öncesi dönemine verilen ad.
[3]Sasani İmparatorluğu, dördüncü büyük İran Hanedanı ve ikinci Pers İmparatorluğu'nun adıdır.
[4]Dört Halife ya da Hulefa-i Raşidin, Muhammed'in ölümünün ardından "Ümmetin başı" sıfatıyla görev yapmış halifelerdir.
[5]Ayakkabıları kıldan bir kavimle savaşmadıkça kıyamet kopmaz. Siz yüzleri kılıflı kalkanlar gibi, gözleri küçük, burunları yassı olan bir kavimle savaşmadıkça kıyamet kopmaz.”(Buhari, Cihad, 95; Menakıb, 25; Müslim, Fiten, 62 (2912); Ebu Davud, Melahim, 9; Tirmizi, Fiten, 2216).
"Türkler size dokunmadıkça siz de onlara dokunmayın" (Ebu Davud, Melahim, 8 (4302).

[6]Nihavend Savaşı, Müslüman Araplar ile Sasani orduları arasında 642 yılında İran'da yapılan savaştır. Savaştan sonra İran'daki konumlarını sağlamlaştıran Araplar son Sasani hükümdarı III. Yezdigirt'in 651'de ölmesiyle İran'ın fethini tamamladılar.
[7]Yabgu, Eski Türkçe, yabγu, eski Türk devletlerinde hükümdar anlamında kullanılan unvan.
[8]Muaviye bin Ebu Süfyan, İslam Devleti'nin Ali'den sonraki halifesi ve Emevi Hanedanı'nın kurucusu. Müslüman olmadan önce Uhud Savaşı'nda ve Hendek Savaşı'nda Mekkeli paganların komutanı olarak Muhammed komutasındaki Müslümanlara karşı savaşan Ebu Sufyan bin Harb'in oğludur.
[9]Derbent, bugünkü Rusya'ya bağlı Dağıstan'da tarihi bir şehir.
[10]Kureyş (Arapça: قريش), İslam peygamberi Muhammed'in mensup olduğu Arap kabilesi. Mekke'nin en güçlü kabilesiydi. İslam peygamberinin kabilesi olmakla beraber aynı zamanda Müslümanların en çok savaştığı kabiledir. Muhammed, Kureyş kabilesinin Haşimoğulları sülalesine mensuptur.
[11] Kumandan, vali ve bey anlamına gelen terim.
[12]Mevâli, İslam tarihinde cahiliye devrinde toplumdaki kişilerden birinin ya da çoğunluğunun isteğiyle kabileye katılan insanlara/kölelere verilen ad. Emevi ırkçı politikası olarak da bilinir.
[13] Horasan ismi Eski Farsça’da hur (güneş) ve âsân (âyân “gelen, doğan”) kelimelerinden meydana gelmiştir ve “güneşin doğduğu yer, güneş ülkesi; doğu bölgesi” anlamını taşımaktadır. İsim muhtemelen Sâsânîler zamanında ortaya çıkmış ve kısa zamanda yaygınlaşmıştır. Horasan doğudan Huttel (Tacikistan’da Kul‘ab çevresi), Gur (Orta Afganistan) ve kısmen Sicistan (Sîstan); güneyden Deştilût ve Kirman ile Rey arasındaki Fars toprakları; batıdan Deştikevîr’in batı kısmı ve Taberistan ile Cürcân; kuzeyden de Türkmenistan’ın bir bölümü, Hârizm ve Mâverâünnehir tarafından çevrilmiş geniş bir alandır (İbn Havkal, s. 426; Yâkūt, II, 350).
[14]Belh, Afganistan'ın kuzeyinde yer alan eski bir yerleşim yeridir.
[15]Kuhistan ilçesi, Afganistan'ın Faryab Vilayeti'ne bağlı olan 15 ilçeden birisidir
[16] Kerbelâ Olayı veya Kerbelâ Savaşı ya da Kerbela katliamı, 10 Ekim 680'de, bugünkü Irak sınırları içindeki Kerbelâ şehrinde, Muhammed'in torunuHüseyin bin Ali'ye bağlı küçük bir birlik ile EmevihalifesiI. Yezid'in ordusu arasında cereyan etmiştir.
[17]  Ya‘kûbî (1382: II/171), onun “Belh Nehri’ni geçen ilk Arap olduğunu kaydetmiştir. İbnü’l-Esîr (1989: III/498-499)’e göre de Ubeydullâh, “Ceyhûn nehrini aşarak develerin sırtında Buhârâ dağlarına kadar ulaşmıştı. Buhârâ dağlarını askerle aşan ilk kimse o idi.”
[18]Richard N. Frye, “Women in Pre-Islamic Central Asia: The Khâtûn of Bukhara”, Women in the Medieval Islamic World: Power, Patronage, and Piety, New Middle Ages, VI, (Edited by Gavin R.G. Hambly), New York 1999, s. 64.
[19] Buhârâ Melikesi’nin ismi hakkında çeşitli rivâyetler vardır. et-Taberî (IV, s. 221) onun adını “Kabac Hâtûn olarak kaydetmiştir. en-Narşahî (s. 7, 8, 22, 36 ve muhtelif yerler), el-Belâzurî (Türkçe terc., s. 596, 597, 598) ve Ya‘kûbî (Farsça terc., II, s. 171) ise, muhtemelen Türklerde bir unvân olan “Hâtûn” kelimesini onun ismi zannettiklerinden, Buhârâ Melikesinin adını “Hâtûn” olarak zikretmişlerdir. Günümüz araştırmacılarından Zekeriya Kitapçı (Mukaddes Çevreler ve Eski Hilafet Ülkelerinde Türk Hatunları, Konya 1995, s. 40-41; Aynı yazar, Yeni İslâm Tarihi ve Türkler, II, s. 72) bu melikenin adının er-Reşid b. Zübeyr’in Kitâbü’z-Zehâ’ir ve’t-Tuhuf adlı eserinde “Feth Hâtûn” ve İbn Hubeyb’in Esmâu’l-Muğtâlîn eserinde ise “Kınık Hâtûn” şeklinde kaydedildiğini bildirmiştir. Hasan Kurt (a.g.e., s. 144) ise İbn ‘Asem elKûfî’nin el-Fütûh adlı eserinde “Hayl Hâtûn” olarak geçtiğini nakletmişse de bazı araştırmacıların (W. Barthold-R. N. Frye, “Bukhârâ”, EI2, I, Leiden 1986, s.1293) “Kabac” isminin aslında yirmi dört Oğuz boyundan birinin adı olan “Kayıh/Kayığ yani “Kayı” olabileceği şeklindeki iddialarını dikkate almış ve “Kayıh/Kayığ” isminin Arap harfleri ile yazımı sırasında  (ي ح/غ) harflerindeki noktaların yer değiştirerek veya müellif tarafından yanlış yazılarak “Kabac” şekline dönüşmüş olabileceğini öne sürmüştür.
[20] el-Belâzurî, Türkçe terc., s.596; et-Taberî, IV, s. 221; Yâkût el-Hemevî, I, s. 355.
[21]en-Narşahî’ye göre dört, et-Taberî’ye göre ise iki bin kişi.
[22]Haccâc bin Yûsuf es-Sekafî bilinen adıyla Haccâc-ı Zâlim, Emevî valisi. 661'de Taif'te doğdu.
[23] el-Belâzurî, Türkçe terc., s. 597; et-Taberî, IV, s. 223-226; Ya‘kûbî, Farsça terc., II, s. 172; İbnü’lCevzî, II, s.176; İbnü’l-Esîr, Türkçe terc., III, s. 513-514; İbn Kesîr, Türkçe terc., VIII, s. 138; ezZehebî, II, s. 21; İbn Haldûn, III, s. 136.
[24] et-Taberî, IV, s. 227.
[25] el-Belâzurî (Türkçe terc., s.597) “O, askeriyle birlikte nehri geçen ilk kimseydi. Onunla beraber, Benî Riyah kabilesinden bir kadının azadlısı Rufey Ebû’l-Âliye er-Riyâhî de vardı; ona Rufey Ebû’l-Âliye adı, yücelik ve yüksekliği ifade için verilmiştir.” demektedir. Yâkût el-Hemevî (I, s.355) de onu “Ceyhûn nehrini ordusuyla ilk geçen Horâsân vâlisi” olarak kaydetmiştir. Ancak daha önce de belirtildiği üzere bunların dışındaki birçok kaynakta Ceyhûn Nehri’ni askerleriyle geçen ilk Horâsân valisi veya Arap olarak Ubeydullâh bin Ziyâd’ın adı geçmektedir bkz. Halîfe b. Hayyât, Türkçe terc., s. 282; İbnü’l-Esîr, Türkçe terc., III, s. 499.
[26](el-Belâzurî 2002: 600; Ya‘kûbî 1382: II/172-173; İbn Haldûn, elMektebetü’ş-Şâmile: III/17; İbn Kesîr 1995: VIII/165-166; İbnü’l-Esîr 1989: III/522, IV/96-97; Ya‘kûbî 1382: II/192; ez-Zehebî, el-Mektebetü’ş-Şâmile: II/70) en-Narşahî (1892: 39)
[27]Merv , Türkmenistan sınırları içinde tarihi İpek yolu güzergahı üzerinde kurulmuş, Karakum Çölü'nde bir vaha şehridir.
[28] Yıldız, a.g.e., s. 35-36; Kurt, a.g.e., s. 150.
[29] Bir kimseye veya düşmana; söz, işâret veya yazı ile, mal ve can güvenliğinin emniyet altında olduğunu bildirme.
[30] (en-Narşahî 1892: 42)
[31]  Kuteybe’nin Horâsân Valisi olarak tayin ediliş tarihi Halîfe b. Hayyât (2008: 363) ve İbnü’l-Esîr (1989: IV, 470)’e göre 86/705’tir. et-Taberî (V/192-194, 214, 215) ise onun Horâsân Valisi tayin edilişi 85/704, Horâsân’a gelişi ise 86/705, başka bir yerde de -Bâhilîlerin rivâyetine göre- 85/704 tarihinde olduğunu kaydetmiştir. İbn Kesîr (1995: IX/95- 97, 104-105) 85/704 tarihini verir. Đbnü’l-Esîr (1989: IV/470) ise Kuteybe’nin Horâsân Valiliğine atanmasını 86/705 senesi hâdisâtı arasında kaydetmekle birlikte et-Taberî’de yer alan 85/704 senesine dair rivâyeti de nakletmiştir. Bu konuda ayrıca bkz, (Yigit 2002: 490-491)
[32] (el-Belâzurî 2002: 610-611); et-Taberî, elMektebetü’ş-Şâmile: V/214-217; İbn A‘sem el-Kûfî 1411: VII/135-136; İbnü’l-Esîr 1989: IV/470); İbn Kesîr 1995: IX/95-97; 104-105; İbn Haldûn, el-Mektebetü’ş-Şâmile: III, s.59; Gibb 1923: 31- 33; Kurat 1948: 393-394; Yıldız 2000: 38-39; Kitapçı 1999: II/111-124)
[33] Toharistan Yabguluğu, Belhile Badahşan arasında yer alan Toharistan'da Batı Göktürkyabguları tarafından yönetilmiş Türk hükümdarlığı.
[34] Nîzek Tarhan Emeviler döneminde Aşağı Türkistan’da Müslüman olan ilk Türk hükümdardır. Fetih hareketleri sırasında Badgiz’te kartal yuvası gibi bir kale yaptırmış ve çok geniş bir sahayı idaresi altına almıştı. Badgiz merkez olmak üzere Merv ve Herât arasında bulunan Tohâristân’ı da idaresi altına almıştı. Nîzek Tarhan hakkında bkz, Kitapçı 1987: 1139-1152.; Kitapçı 1998b: 30.
[35] en-Narşahî’ye göre Kuteybe’nin Ceyhûn’u geçip Mâverâü’n-nehr’e yönelmesi 88/706-707 senesindedir. (en-Narşahî 1892: 42)
[36]  (Halîfe b. Hayyât 2000: 369; el-Belâzurî 2002: 611; et-Taberî, el-Mektebetü’ş-Şâmile: V/218; İbn A‘sem el-Kûfî 1411: VII/142-143; İbnü’l-Esîr 1989: IV/473; İbn Kesîr 1995: IX/122; İbn Haldûn, el-Mektebetü’şŞâmile: III/59; ez-Zehebî, el-Mektebetü’ş-Şâmile: II/182; Kurat 1948: 393).
[37]  Beykend hakkında bkz, (en-Narşahî 1892: 16-17)
[38]  Kuteybe’nin Beykend harekâtı 706 senesindedir. (Halîfe b. Hayyât 2000: 370); el-Belâzurî 2002: 611; et-Taberî, el-Mektebetü’ş-Şâmile: V/218; İbnü’l-Esîr 1989: IV/473); İbn Kesîr 1995: IX/122)
[39] Şehir/şehir surları çok sağlam idi. Beykend’e eskiden Şâristân diyorlardı. Onun sağlamlığından Şâristân-ı Rû’în/Rûyîn (tunçtan/tunç gibi sağlam şehir) demiş idiler. (en-Narşahî 1892: 42)
[40] Öyle ki, iki ay kadar süren bu dunun dolayısıyla Irak ve Horâsân Genel Valisi Haccac, Kuteybe'nin ordusu hakkında karamsarlığa düşerek, camilerde onlar için dualar ettirmeye başladı. (Kurt, 1998: 161)
[41] Bir rivâyete göre Kuteybe’nin, Tendür/Tenzür adında Acem bir casusu vardı. Buhârâlılar, ona bol miktarda mal vererek Kuteybe’yi bu savaştan geri çevirmesini istediler. O da Kuteybe’nin yanına gelip: “Seninle başbaşa görüşmem gerekiyor.” dedi. Kuteybe, meclisindeki adamların dışarı çıkmalarını emretti. Yanında sadece Dırar b. Husayn kaldı. Tendür, Kuteybe’ye dedi ki: “Haccac, görevden azledildi. İşte onun azil haberini sana kısa zamanda bir görevli ulaştıracaktır. Adamlarını toplayıp hemen dönsen iyi edersin.” Kuteybe, kölesi Siyah’a “Şunun boynunu vur.” dedi ve Tendür’ü öldürttü. Sonra Dırar’a şöyle dedi: “Bu haberi benden ve senden başka bilen kimse yoktur. Allah’a söz veriyorum ki, eğer şu savaşımız sona ermeden bu durum duyulacak olursa (bilirim ki sen duyurmuşsun bu nedenle) seni de Tendür’ün akibetine uğratırım! Dilini tut, çünkü böyle durumlarda bu gibi haberlerin yayılması, askerlerin gücünü ve düşmana karşı direncini azaltır.” (et-Taberî, el-Mektebetü’ş-Şâmile: V/219; İbn A‘sem el-Kûfî 1411: VII/144; İbnü’lEsîr 1989: IV/474); İbn Kesîr 1995: IX/122-123); Kurt 1998: 161-162)
[42](enNarşahî 1892: 42)
[43] Bkz, et-Taberî, el-Mektebetü’ş-Şâmile: V/219; İbnü’l-Esîr 1989: IV/474; İbn Kesîr 1995: IX/122-123; İbn Haldûn, el-Mektebetü’ş-Şâmile: III/59
[44] Yaklaşık beş kilometrelik bir uzunluk ölçüsü.
[45] en-Narşahî hadiseyi şu şekilde anlatır: “Kuteybe, Hanbûn’a ulaşınca ona hisâr halkının (Beykendlilerin) muhâlefet ettikleri ve bölgeye atanan Emîr’i öldürdükleri haberini verdiler/getirdiler. Kuteybe, askerlere/orduya “Gidiniz ve Beykend’i yağmalayınız. Onların kanlarını ve mâllarını size mübâh/helâl kıldım.” diye buyurdu. Bu durumun sebebi şu idi: Beykend’de bir adam yaşardı. Onun iki güzel kızı vardı. Varkâ İbn Nasr, her ikisini dışarı çıkardı/seçti. Kızların babası olan bu adam, “Beykend büyük bir şehirdir. Niçin bütün şehirden sadece benim iki kızımı alıyorsun?” diye sordu. Varkâ cevâb vermedi. Bunun üzerine adam fırlayıp/atılıp bir bıçak vurdu. Bıçak darbesi Varkâ’nın karnına geldi. Ancak bu darbe tesirli değildi ve Varkâ’yı öldürmedi.” (en-Narşahî 1892: 42-43.) Bazı kaynaklara göre Beykendlileri Müslümanlara karşı kışkırtan, kör veya bir gözü kör biriydi. Bu rivâyet için bkz, (etTaberî, el-Mektebetü’ş-Şâmile: V/219; İbnü’l-Esîr 1989: IV/474; İbn Kesîr 1995: IX/123)
[46] Bu konuda geniş bilgi için bkz, (Halîfe b. Hayyât 2000: 370; et-Taberî, el-Mektebetü’ş-Şâmile: V/219-220; İbn A‘sem el-Kûfî 1411: VII/145- 146; İbnü’l-Esîr 1989: IV/474); İbn Kesîr 1995: IX/123; İbnü’l-Cevzî, el-Mektebetü’ş-Şâmile: II/306; İbn Haldûn, elMektebetü’ş-Şâmile: III/59; ez-Zehebî, el-Mektebetü’ş-Şâmile: II/188-189; Gibb 1923: 33; Kitapçı, 1999: II/129 vd)
[47](en-Narşahî 1892: 43)
[48] Horâsân yolu üzerinde olup Buhârâ ile arasında dört fersahvar idi. (es-Sem‘ânî, el-Mektebetü’ş-Şâmile: II/405, 406; Yâkût el-Hemevî 1397: II/391; Kurt 1998: 82)
[49]  Buhârâ’nın köylerinden olan Târâb, Hanbûn yakınlarında idi. (es-Sem‘ânî, el-Mektebetü’ş-Şâmile: IV/27; Yâkût el-Hemevî 1397: IV/4; Kurt 1998: 82)
[50]  (Halîfe b. Hayyât 2000: 371; el-Belâzurî 2002: 612; et-Taberî, el-Mektebetü’ş-Şâmile: V/223; İbn A‘sem elKûfî 1411: VII/146; İbnü’l-Esîr 1989: IV/478).
[51]İbn A‘sem (1411: VII/147)’de Türk Meliki Kûr Mağânûn, Ya‘kûbî’de, Kür Ma‘ânûn (et-Taberî (V/223)’de Kûr Bağânûn et-Türkî,(İbnü’l-Esîr (1989: IV/478)’de ise Kûr Ne‘âbûn .(Hasan Kurt (1988: 165)’un naklettiğine göre Şemseddin Günaltay, Arap alfabesinde bazı harflerin yazılışları birbirine çok benzediği için isimlerin yazılışlarında birtakım hataların ortaya çıktığını, buna zaman zaman bir de ehil olmayan müstensihlerin yaptıkları yanlışların eklendiğini belirttikten sonra bu ismin aslında Gür Boğa olduğunu ve bu şahsın II. Göktürk Devleti’nin hükümdarlarından Kapağan Kağan’ın yeğenlerinden olduğunu ileri sürmüştür. Bazı yazarlara ise göre bu isimle zikredilen kişinin Türgiş hükümdarı olması muhtemeldir. Zira bu hadiselerden otuz sene sonra Türgişlerin Mâverâü’n-nehr’e yönelik bir harekâtında hükümdarlarının isminin “Kûr Mağânûn” olduğu bilinmektedir. (Gibb 1923: 35; Kurat 1948: 394).
[52] (en-Narşahî 1892: 44-45; Halîfe b. Hayyât 2000: 371-372; etTaberî, el-Mektebetü’ş-Şâmile: V/223; İbn A‘sem el-Kûfî 1411/VII/147; İbnü’l-Esîr 1989: IV/478; İbn Kesîr 1995: IX/128; İbn Haldûn, el-Mektebetü’ş-Şâmile: III/59; ez-Zehebî, el-Mektebetü’şŞâmile: II/189; Yıldız 2000: 38-39; Kitapçı 1999: II/131-132; Kurt 1998: 165-166)
[53] ”(İbnü’l-Esîr 1989: IV/479)
[54](el-Belâzurî 2002: 612; et-Taberî, el-Mektebetü’ş-Şâmile: V/225-226; İbn A‘sem el-Kûfî 1411: VII/147-148; İbnü’l-Esîr 1989: IV/479, 485-486; Đbn Kesîr 1995: IX/129-130, 131-132; İbnü’l-Cevzî, el-Mektebetü’ş-Şâmile: II/309, 311; İbn Haldûn, el-Mektebetü’ş-Şâmile: III/59.; ez-Zehebî, el-Mektebetü’ş-Şâmile: II/190; Gibb 1923: 35-36; Yıldız 2000: 39-40; Kitapçı 1999: II/131-137; Kurt 1998: 166-169).
[55] Taberî, II, 1204 vd.; Yıldız, İslâmiyet ve Türkler, s. 16.
[56]Zabulistan, Zabolistan olarak da telaffuz edilen ve Afganistan'la İran toprakları arasında kalan tarihi bölge.
[57]Akdes, "Kutayba b. Müslim... ", s. 394; Yıldız, age., s. 18.
[58]Belazurî, s. 421; Taberî, II, 1242.
[59]Taberî, II, 1256-1257; İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, IV, 581; Wellhausen, age., s. 207; Aydınlı, age., s. 210-212.
[60]Taberî, II, 1256-1257; İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, IV, 581; Wellhausen, age., s. 207; Aydınlı, age., s. 210-212.
[61]Bernard Lewis, Tarihte Araplar (trc. Hakkı Dursun Yıldız), İstanbul 1976, s. 89; Aydınlı, age., s. 180-181.
[62]Taberî, II, 1421; Gibb, s. 51 vd.
[63] İbn Sad, Tabakfıt, V, 330-409; İbn Kesir, el-Bidaye ve'n Nihaye, IX, 199-202; H.İ.H;asan, İslam Tarihi, I, 412; Suyuti, Tarihu'l-Hulefa, 229-246; Alıdülaziz Seyyidü'l-Ehl, el-Halifetu'z. Zahid Ömer b. Abdülaziz, 30.
[64] Şimşirgil, A. (2017). Büyük Doğuş (1. baskı). İstanbul: Timaş Yayınları.
[65] Zübeyri, Nesebu Kureyş, 286; Taberi , II, 1254-1255
[66] Doğuştan Günümüze, II, 397.
[67] Taberî, Târîh, IV, 61. Kmosko Hazar saldırılarının Bizans İmparatoru Leo tarafından planlandığı görüşündedir. (Michael Kmosko, a.g.m., s.149.) Hazarlarla alakalı bilgi için bkz. Hüseyin Ali Dakukî, “Emevî Hilafeti Devrinde Araplar ve Hazarlar”, çev: M.Faruk Toprak, Türk Kültürü Araştırmaları XXV/2. cilt, Ankara, 1987, s. 94-104.
[68] Bu tip uygulamaların yeniden uygulamaya konulması Türklerin yaşadıkları bölgelerde daha sonra patlak verecek olan Hâris bin Süreyc isyanının alt yapısını hazırladı. 
[69] Taberî, Târîh, IV, 81.
[70] Saîd bin Abdülazîz’e, Huzeyne de denirdi. Çünkü o yaratılış gereği yumuşak huylu birisiydi. Horasan’a geldiği ilk zamanlarda, Ebğar Han ziyaret için gelmişti. Saîd bin Abdülaziz‘in üzerinde süslü ve renkli elbiseler vardı. Ebğar Han onun huzurundan çıkınca, emiri nasıl bulduğunu sordular. Huzeyne cevabını verdi. O günden sonra ona Huzeyne lakabını taktılar. Huzeyne ev hanımı, dadı anlamına gelmektedir.
[71] Taberî, Târîh, IV, 91.
[72] MÖ 6. yüzyılda yazılı olarak belirlenen Soğdiana adı İran halklarındanSoğdlar'ın yerleşik oldukları bölgeyi niteler. Behistun yazıtlarında, I. Darius MÖ 552- 485 yılları arasında İran'ı yönetmiş olan imparator zamanında Soğd'lar Ahura mazda anlamına gelen eski İran dinine inanırlardı.
[73] Taberî, Târîh, IV, 92.
[74] Taberî, Târîh, IV, 93.
[75] Taberî, Târîh, IV, 94.
[76] Taberî, Târîh, IV, 96. 
[77] Taberî, Târîh, IV, 98.
[78] Şimşirgil, A. (2017). Büyük Doğuş (1. baskı). İstanbul: Timaş Yayınları.
[79] Taberî, Târîh, IV, 105. Saîd el-Haraşînin azli ve Emevîler döneminde mevcut olan kabileler arası iktidar mücadelesi hakkında Wellhausen şunları söylemektedir: Irak valisi Ömer bin Hübeyre, aslında sebebi başka olan kinini ve gazabını teskin etmek hususunda istifade etti. Çünkü Saîd bin Amr el-Haraşi ona birkaç defa hiç ehemmiyet vermemiş, Horasan'daki Muhelleb taraftarı Araplardan, şantajla para sızdırmak hakkındaki emrini ifa etmemiş ve doğrudan doğruya İbn Hubeyra tarafından tâyin edilmiş olan Herat valisinin, kendisine kafa tuttuğu için, sakallarını yoldurmuş ve falakaya yatırmıştı. Bu sebeple Saîd bin Amr el-Haraşi azledilerek zincirler içinde, Merv'den Kûfe'ye gönderildi ve orada hemen hemen ölüm derecesinde işkenceye tabi tutuldu. Bu hadise, halife ikinci Yezîd zamanında tam manasıyla hâkim durumda olan Kayslıların, kendi aralarında cereyan eden hususî bir mücadele olup -çünkü gerek Saîd, gerekse düşmanları, bilhassa İbn Hübeyre Kayslıydılar- mevki ve para mevzubahis olunca bunların birbirlerine nasıl oyun oynadıkları hakkında mükemmel bir misal teşkil etmekteydi. Mamafih Kayslı olmayanlara karşı bunlar yine de müşterek bir cephe teşkil ediyorlardı.(Wellhausen, a.g.e., s. 205.)
[80] Taberî, Târîh, IV, 105. 
[81] Taberî, Târîh, IV, 98. 
[82] Taberî, Târîh, IV, 105.
[83] Taberî, Târîh, IV, 109.
[84] Taberî, Târîh, IV, 114-116.
[85] Taberî, Târîh, IV, 116-117. Müslim'in bu hezimeti Mâverâünnehr'deki Arap nüfuz ve kudretini oldukça sarstı. Bundan böyle taarruz sırası Türkler başta olmak üzere Mâverâünnehr sakinlerine, müdafaa sırası ise Araplar'a gelmişti. Türkler bu galibiyetin verdiği cesaretle Mâverâünnehr işlerinde daha tesirli rol oynamaya başladılar. (Hakkı Dursun Yıldız, İslâmiyet ve Türkler, s. 46.)
[86] Taberî, Târîh, IV, 117. 
[87] Taberî, Târîh, IV, 118.
[88] Taberî, Târîh, IV, 120.
[89] Gûr: Herat ile Gazne arasında geniş bir bölge ve dağlık bir vilayettir. (Yâkût el-Hamevî, Mu’cemu’lBuldân, IV, 246-247.)
[90]  Taberî, Târîh, IV, 120.
[91] Taberî, Târîh, IV, 122.
[92] Taberî, Târîh, IV, 123.
[93] Taberî, Târîh, IV, 124-126. Esed b. Abdullah'ın Horasan valiliğini değerlendiren kimi araştımacılar Esed'in, Belh'i yeniden imâr etmesi ve Belh'in batı ve kuzey doğusundaki dağlık bölgeyi itaat altına alması dışında pek başarılı bulmamaktadır.(Barthold, Moğol İstilasına Kadar Türkistan, s.244.) Ancak yine de Türk kuvvetlerinin Mâverâünnehir'deki Araplar'a karşı baskılarının arttığı bir dönemde Esed'in etkili bir şekilde karşı koyamasa da akınlar yapması başarılı bulunmaktadır. (H.A.R.Gibb, “Asad b. Abd Allah”. EI², Leiden, 1986, I, 684.)
[94]Ribât, sınır boylarında ve stratejik mevkilerde askerî amaçlı kullanılan yapılara verilen ad. Sözlükte düşman saldırılarını önlemek veya sınır boylarında nöbet tutmak anlamına gelir. Kur'an'da ise, “ribâtü’l-hayl” şeklinde geçmektedir.
[95] Taberî, Târîh, IV, 127
[96] Aslı Farsça dih (köy) ile -gân nisbet ekinden meydana gelen dihgân olup dihkan şeklinde Arapça’ya geçmiştir. Sâsânîler devrinde İran’da ve Orta Asya’da, sayıları hiç de az olmayan soylular sınıfına dihkan deniliyordu.
[97] Taberî, Târîh, IV, 129-130. 
[98] Taberî, Târîh, IV, 131.
[99] Taberî, Târîh, IV, 131-133
[100] Taberî, Târîh, IV, 132-135
[101]Taberî, Târîh, IV, 135-136.
[102]Taberî, Târîh, IV, 137. 
[103] Türlü askerî görev ve hizmetlerin yapılması amacıyla küçük birliklerden, belli bir kuruluşa bağlı kalmadan geçici olarak oluşturulan grup.
[104] Taberî, Târîh, IV, 137-138.
[105] Taberî, Târîh, IV, 139-145.
[106] Taberî, Târîh, IV, 145-46
[107] Taberî, Târîh, IV, 152. Horasan’da 733 yıllında hüküm süren kıtlığın sebebi belki de Zerefşan vadisinin Türkler tarafından işgal edilmesi idi. Kıtlık, o zamana kadar Merv'in erzakını sağlayan bölgelerin tekrar düşmanın hakimiyetine geçmesi sebebiyle vuku bulmuştur. (Barthold, a.g.e., s206.)
[108] Taberî, Târîh, IV, 153.
[109]Hâris b. Süreyc içinde Türklerin de bulunduğu büyük bir Mürcie isyanının başını çekti. 734 yılında başlayan isyan 746 yılında Hâris’in öldürülmesi ile son bulmuştur. Ayrıntılı bilgi için bkz. Sönmez Kutlu, Türklerin İslâmlaşma Sürecinde Mürcie ve Tesirleri, Ankara, 2000, s.183-192; Osman Öz, Haris b. Süreyc ve Aşağı Türkistan’da Mürcie Hareketi, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, SÜSBE, Konya 2002. 
[110] Taberî, Târîh, IV, 153-156
[111] Taberî, Târîh, IV, 157.
[112] Taberî, Târîh, IV, 166.
[113]Taberî, Târîh, IV, 166-174.
[114] Taberî, Târîh, IV, 178-179
[115] Taberî, Târîh, IV, 196.
[116] Taberî, Târîh, IV, 200-201
[117]Taberî, Târîh, IV, 201.
[118] Taberî, Târîh, IV, 202.
[119] Taberî, Târîh, IV, 211.
[120] Taberî, Târîh, IV, 212.
[121] Taberî, Târîh, IV, 217.
[122] Annesi cariye olduğu için tahta çıkma hakkına sahip olamamıştır. Bizans ve Hazar bölgelerine yaptığı seferler ve İstanbul kuşatmasına komutanlık etmesi onun ne kadar kudretli bir vali olduğunu göstermektedir. (K.V.Zetterstéen, “Mesleme”, İA, İstanbul 1987, VIII;126.) 
[123] İsmail Hakkı Atçeken, Devlet Geleneği Açısından Hişam b. Abdülmelik, Ankara, 2001, s.167-168. 
[124] Bu savaşa “Tîn Harbi” adı da verilir. Bunun sebebi iri taneli yağan yağmurun savaş meydanı cıvık çamur haline getirmesidir. (İsmail Hakkı Atçeken, a.g.e., s.168.)
[125] Taberî, Târîh, IV, 129.
[126] Taberî, Târîh, IV, 137.
[127] İrfan Aycan-İbrahim Sarıçam, Emeviler, Ankara, 2002, s. 84.
[128] Taberî, Târîh, IV, 137.
[129] Taberî, Târîh, IV, 139.
[130] Taberî, Târîh, IV, 139.
[131] Taberî, Târîh, IV, 139.
[132] Taberî, Târîh, IV, 149.
[133] Taberî, Târîh, IV, 150.
[134] Taberî, Târîh, IV, 157.
[135]  Taberî, Târîh, IV, 181.
[136]Müslüman devletlerde, Müslüman olmayan yurttaşlardan alınan bir tür vergi.
[137] Taberî, Târîh, IV, 193. Hişâm dönemi boyunca Ermeniyye ve Azerbaycan bölgesinde görev yapan Mesleme bin Abdülmelik, Saîd bin Amr el-Hareşî ve Mervan bin Muhammed 730 yılında Vali Cerrâh bin Abdullah’ın ölümü ile tehlikeli boyutlara ulaşan Hazar tehdidine karşı başarılı mücadeleler yapmışlardır. (İsmail Hakkı Atçeken, a.g.e., s.175.) Ayrıca bu valilerden sonra Emevî devletinin içine düştüğü durumdan dolayı Hazarlara karşı yapılan seferler durma noktasına gelmiştir.
[138]Talas Muharebesi, 751 yılında bugünkü Kırgızistan sınırları içindeki Talas Nehri civarında, Abbâsîler ve müttefiki olan Karluklar ile Çinliler arasında yapılan ve 5 gün süren muharebe. Çin ordusunun yenilgisi ile sonuçlanan muharebe gerek Çin gerekse Türk ve İslam tarihi açısından önemlidir.
[139] Dini ve siyasi konulardaki aşırı görüşleri ve faaliyetleriyle tanınan fırka.
[140]Tahkim, taraflar arasında çıkan uyuşmazlıkların devletin resmi yargı organları yerine, kendileri tarafından belirlenen hakemlerce çözümlendiği bir uyuşmazlık çözüm yöntemidir.
[141] Çeşitli uzmanlık dallarına gerekli olan uzman, öğretici vb. yetiştirmek amacıyla uygulamalı olarak eğitim ve öğretim vermek için oluşturulmuş askerî kuruluş.
[142]Üst görevlinin yanında bulunan kimseler, alt kademedekiler.
[143] Taberî, 1967b: 234; İbnü’l-Esîr, 1965: 103-105. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder