TÜRKLER’İN İSLAMİYETİ KABULÜ
Orta Asya başta olmak üzere, birçok
bölge Türkler’e ev sahipliği yapmıştır. Türkler zamanla farklı milletler ile
etkileşim içerisinde bulunmuş ve bunun doğrultusunda yaşayış şekillerini,
giyimlerini ve hatta inançlarını dahi değiştirmişlerdir. Bu süreçte, Türkler’in
inançlarını değiştirme konusunda en etkili millet Araplar olmuşlardır. Müslüman
Araplar değişen halifeleri etkisinde, Türkler’e İslam dinini tanıtmışlardır.
Bunun sonucunda Türkler, yapılan muameleye göre, Araplar’ın etkisinde kalmış ve
İslamiyeti tercih etmişlerdir. Türklerin zamanla değişen inançları ile birlikte
benimsedikleri yaşayış biçimleri dahi değişmiştir. Bu değişim ileride dünya
siyasetini derinden etkileyecek boyutlara ulaşacaktır.
İslamiyet’ten Önce Türkler
Öncelikle
Türklerin İslamiyet’i kabul etmeden önceki; siyasî, sosyal, kültürel ve dinî
durumları ve İslamiyet’le karşılaştıkları dönemin özellikleri üzerinde durmamız
gerekiyor.
Türklerin tarih sahnesine çıkışları
Orta Asya'dır.
Bazı
Türk şubeleri göçebeliği devam ettirirken, bazıları yerleşik hayatı tercih
etmişlerdir. Bundan dolayı yeme içme alışkanlıklarında, giyime kadar
farklılıklar ortaya çıkmıştır. Farklılıklardan en önemlisi ise dini yapıdadır.
Türkler arasında Göktanrı inancı hâkim olsa da yerleşik hayata geçen veya başka
bölgelere giden Türkler arasında, o coğrafyada hâkim olan dinleri kabul edenler
olmuştu. Türkler arasında Göktanrı inancı dışında sayıları az olsa da Buda,
Mani, Zerdüşt, Hıristiyanlık ve hatta Yahudilik dinlerini kabul edenler de
vardı.
Türkler,
Mâverâü'n-nehr[1]
ve Kafkasya’da daha önce bilmedikleri İslamiyet’le karşılaştılar.
Türkler
tarafından, yeni dinin içeriğinden çok, sunulma şekli önemsenmiştir. Bu
bakımdan yeni dini sunan toplumla, yeni dinle karşılaşan toplum arasındaki
karşılıklı ilişkiler, din değiştirme sürecinde büyük rol oynar.
Türkler
ile Araplar arasındaki ilk temasları, Cahiliye dönemine[2]
kadar götürmek mümkündür fakat bu ilk temaslar, iki toplum arasında büyük çaplı
bir etkileşim sürecinin başlamasına sebep olacak türden değildir. Türkler ile
Arap coğrafyası birbirinden oldukça uzak bir mesafede bulunuyordu. Ayrıca bu
iki coğrafya arasında Sâsânîler[3]
gibi dönemin en büyük siyasî oluşumlarından birisi yer alıyordu ve iki toplum
arasında doğrudan bir temasın yaşanmasına imkân vermiyordu.
Kısmen
ticarî faaliyetler, kısmen de Sâsânî Devleti hizmetinde bulunan Araplar ile,
aynı devletin ordularında görev yapan Türkler arasında yaşanan ilişkiler, iki
toplumun da birbirleri hakkında az da olsa genel bir bilgi edinmesine yol
açmıştır. Bu belirli temas ile Türkler hakkında bilgi edinen Araplar arasında,
Türkler’in başta askerî kabiliyet ve kahramanlıkları olmak üzere başka
özellikleri de dilden dile dolaşmaya başlamıştı. Türkler’in bu özelliği
sayesinde, birçok Arap, Türkler hakkında söylence ve şiirler yazmıştır
Hz. Peygamber ve Hulefâ-yı
Râşidîn[4] Dönemi
Cahiliye
döneminde Araplar’da ortaya çıkan “Türk imajı” İslâmiyet’in ilk yıllarında da
devam etti. Bu durumun en belirgin delili, İslâmiyet’i kabul etmiş olan
Müslüman Araplar’dan nakledilen bazı rivayetlerde ve bizzat Hz. Peygamber’e
atfedilen bazı hadislerde[5]
Türkler’den bahsedilmesiydi.
Cahiliye
döneminde ve İslâmiyet’in ilk yıllarındaki olaylar dışında, iki toplum
arasında, köklü ilişkiler mevcut olmamıştır. Üstelik söz konusu rivayet ve
hadislerin önemli bir kısmı Türkler’in İslâm âlemi içerisinde önemli bir
mevkiye ulaştıkları dönemlere aittir. Dolayısıyla bu rivayet ve hadislerin
çoğunluğu abartılı söylencelerden ibarettir. Bunlara rağmen söz konusu
rivayetler, İslâm toplumunun Türkler’e gösterdiği hoşgörü bakımından önemlidir.
Hz.
Peygamber’in vefatından sonra Halife olan Hz. Ebubekir döneminde (632-634) de
Müslüman Araplar ile Türkler arasında ciddi bir temas yaşanmamıştır. Bu durum,
Hz. Ömer dönemine (634-644) kadar devam etmiştir. İslâm orduları, Hz. Ömer
döneminde yapılan Nihâvend Savaşı (642)[6]
ile Sâsânî Devleti’ni ortadan kaldırdı. İran toprakları Müslümanlar tarafından
fethedildi ve bu sayede İslâm orduları ile Türk ülkeleri arasında bir engel
kalmadı.
Mâverâü’n-nehr
üzerindeki Göktürk hâkimiyeti zayıflamıştı ve bölgede siyasî kargaşa baş
göstermişti. Her bölgede bir Yabgu[7]
hüküm sürmekteydi. Her biri Sâsânîlerin yıkılması ve Göktürk nüfuzunun
zayıflamasından sonra bağımsız hareket etmeye başlamışlardı. Bu olaylardan kısa
bir süre sonra Hz. Ömer vefat etti ve yerine Hz. Osman geçti (644). Bu dönemde
de Abdullah bin Âmir kumandasındaki bir ordu Âmûderyâ (Ceyhûn) kıyılarına kadar
ilerledi (651-652). Bu arada Gürcistan’a kadar uzanan topraklar ele geçirildi.
Azerbaycan’ın çeşitli yerlerine askerî birlikler yerleştirildi. 651 yılına
gelindiğinde bütün İran, İslâm hâkimiyeti altına girmişti. Bundan sonra meydana
gelen karışıklıklar, ardından Hz. Osman’ın öldürülmesi (656) ve Hz. Ali ile
Muâviye[8]
arasındaki mücadeleler sebebiyle bu bölgedeki fetihleri devam ettirmek mümkün
olmamıştır.
Kafkaslar’daki Durum
İslâm ordusunun Türkler ile mücadele ettiği
ikinci cephe Kafkasya cephesi idi. Müslüman Araplar, Azerbaycan ve
Ermenistan’ın fethinden sonra, Hazar Türkler’i ile karşılaştılar. 639’da Hz.
Ömer, Süraka bin Amr’ı, Derbend[9]’in
fethine memur etti (643). İslâm ordusu, Derbend hâkimi Şehrbârâz ile antlaşma
yaptı. (642-643). Süraka’ya bağlı birlikler Derbend’in kuzeyine geçip Hazar
Türkler‘i ile karşı karşıya geldi. Süraka’nın aynı yıl ölümü üzerine
başkumandanlığa getirilen Abdurrahman bin Rebîa Hazarlar ile mücadeleye devam
etti (645-646). Hazar başkenti Belencer yakınlarında meydana gelen bir savaş
sırasında, İslâm ordusu mağlup oldu ve Abdurrahman şehit düştü (652-653).
Kardeşi Selman bin Rebîa bir süre savaşa devam ettikten sonra Derbend’e döndü.
İslâm dünyasında, yukarıda bahsettiğimiz iç karışıklıklar sebebiyle, bu bölgede
herhangi bir ilerleme olmamıştır
Emevîler
dönemi (661-750), ilk ciddi temasların yaşandığı dönem kabul edilebilir.
“Tanışma” dönemi olarak nitelendirmek mümkündür ama bu tanışma, olumlu bir
tanışma olmaktan ziyade, Emevîler’in yanlış politikaları sebebiyle Türkler’in
İslamiyet’i kabulünü geciktiren olumsuz ilişkilerin yaşandığı “kötü” bir
tanışma devresidir. Yaklaşık yüz yıl süren bu döneme “mücadele safhası” da
denmektedir.
Kureyş
kabilesinin[10]
bir kolu olan Emevîler, İslâmiyet öncesi Arap toplumunun lideri
durumundaydılar. Emevî ailesinin başında Ebu Süfyân bulunuyordu ve aynı zamanda
da Mekke emîri[11]
olup bütün Araplar üzerinde söz sahibiydi.
Hz.
Peygamber’in vefatından sonra Müslümanların liderinin kim olacağı konusunda
tartışmalar meydana gelmiştir. Bu tartışmalar esnasında, kabilecilik anlayışı
tekrar canlanmıştır. Mücadeleler sonunda Ebu Süfyân’ın vefatından sonra Emevî
ailesinin başına geçen oğlu Muâviye iktidara sahip oldu ve İslâm tarihinde
Emevîler dönemi (661-750) başladı.
Emevîler,
başta Emevî ailesine mensup olmayan bütün Araplara, sonradan Müslüman olan
İranlı, Türk vs. Müslümanlar için de geçerliydi. Emevî fetihleri, bir Arap
harekâtına dönüştü. Ele geçirilen her bölgede, bölge halkına zulümler yapılıyordu
ve olumsuz yaklaşıma rağmen İslâmiyet’i kabul edenler mevâlî[12] olarak değerlendiriliyordu. Mevâlî
politikası öylesine ilerlemişti
ki, Araplar’ın hüküm sürmek, Arap olmayanların ise kölelik etmek için
yaratıldıkları düşünülüyordu.
Arap-İslâm Ordularının Türk
İllerine İlk Akınları
Mevâlî politikasını diğer bölgelerde olduğu gibi Horâsân[13]
ve Mâverâü'n-nehr’de de uyguladılar. İlk Emevî Halifesi olan Muaviye, fetih
harekâtını yeniden canlandırmak istedi. 665 senesinde Araplar içerisinde katı
yönetim anlayışıyla bilinen Ziyâd bin Ebîh’i, Basra‘ya vali etti. Yapılacak
Horâsân ve Sistân harekâtını düzenli bir hale getirmesini istedi. Horasan,
Türkler‘e yapılacak seferler için önemliydi.
671
senesinde, Rebî’ bin Ziyâd el-Hârisî, Belh[14]'te
çıkan bir isyanı bastırdıktan sonra Kuhistân[15]
üzerine yürümüştür. Akhun Türkler’ini mağlûp etmiştir. Zaferinden sonra Ceyhûn
nehrine kadar ilerledi ve burada Türk hükümdarı Nizek Tarhan’ı mağlup etti.
Horasan ve Toharistan toprakları Müslümanlar’ın eline geçmişti ve sınır Ceyhûn
nehrine dayanmıştı. Horasan'daki Arap hâkimiyeti sağlamlaşmıştı. 673 senesinde
Ubeydullâh bin Ziyâd’ın Horâsân valisi olarak tayin edilmesinden sonra bölgede
yeni bir dönem başladı.
Ubeydullâh
bin Ziyâd, babası gibi, Araplar arasında katı yönetim anlayışıyla biliyordu.
İslam tarihine Kerbelâ Faciası[16]
olarak geçen olay, Yezîd bin Muâviye’nin, Ubeydullâh bin Ziyâd’ın emri
altındaki ordu tarafından gerçekleştirilmişti.
İslam
tarihi içerisinde böyle bir şöhrete sahip olan Ubeydullâh bin Ziyâd, Horâsân
Valisi olarak atandığı 673 senesinde ordusuyla Ceyhûn (Âmûderyâ) Nehri’ni
geçti. Ubeydullâh bin Ziyâd, “ordusuyla Ceyhûn (Âmûderyâ) Nehri’ni geçen ilk
Arap kumandan”[17]
idi. Nehri geçtikten sonra Buhârâ’ya yöneldi ve Nahşeb ve Râmitîn’i ele geçirip
birçok esîr ele geçirdikten sonra Buhârâ önlerine yöneldi.
O
sırada Buhârâ, Richard N. Frye’nin “Eski Orta Asya tarihinin en önemli/önde
gelen kadını”[18]
olarak nitelendirdiği Kabac Hatun[19]
isimli Türk melikesi tarafından yönetiliyordu. Kabac Hatun, Emevî ordusu karşısında
pek fazla dayanamayacağının farkında idi. Etrafa haberciler gönderip,
Türkler’den yardım istedi[20].
Ancak sonuç değişmedi. Emevî ordusu karşısında duramayan Buhârâ ordusu, ağır
kayıplar verdikten sonra dağıldı ve Emevî ordusunun eline çok sayıda ganimet
geçti. Ubeydullâh bin Ziyâd, Kabac Hatun ile bir milyon dirhem ödemesi şartıyla
sulh yaptı ve çok sayıda esîr ile birlikte Basra’ya döndü (675). Ubeydullâh bin
Ziyâd’ın beraberinde götürdüğü kölelerin[21]
hepsi okçulukta becerikli kimseler idi. Ubeydullâh bin Ziyâd, onları Basra’da
yurtlandırdı. Haccâc bin Yûsuf es-Sekafî[22], Vâsıt şehrini kurunca,
onlardan pek çok kimseyi oraya nakletti. Basra’da onların yerleştirildiği
sokağa “Buhârâlılar Sokağı” deniliyordu.
675-676
senesinde Ubeydullâh bin Ziyâd’ın yerine Horâsân valisi tayin edilen Sa‘îd bin
Osmân, Buhârâ önlerinde görüldü[23].
Göreve gelince Mâverâü’n-nehr’e yönelen Sa‘îd bin Osmân’ın, ordusunda seçkin
kimseler bulunmaktaydı ancak ordunun büyük kısmı fena işlere karıştıkları için
hapsedilmiş insanlardan oluşuyordu. Sefere katılmak isteyen gönüllüler de
orduya alınmıştı ki, bunlar arasında eşkıyalar bile bulunmaktaydı. Sa‘îd bin
Osmân sırf asker sayısını artırmak için bunlara bile maaş bağlayıp orduya dâhil
etmişti.[24]
Sa‘îd
bin Osmân’ın ilk hedefi Buhârâ, daha sonra ise Semerkand idi. Emevî ordusunun
Ceyhûn’dan (Âmûderyâ) geçip[25]
Buhârâ önlerine geldiğini öğrenen Kabac Hatun, savaşı göze alamadı ve birini
gönderip Ubeydullâh bin Ziyâd ile yapmış olduğu anlaşmaya sadık kalacağını
bildirdi ve haraç olarak hazırladığı 300 bin dirhemi gönderdi.
Semerkand’ı
ele geçiren Sa‘îd bin Osmân birçok ganimet, servet ve köle ile geri döndü.
Muâviye,
Sa’îd bin Osmân’dan sonra 678-679 senesinde Abdurrahman bin Ziyâd’ı, Horâsân
Valisi tayin etmiştir. Muâviye öldüğü sırada, Horâsân Valisi oydu. Abdurrahman
bin Ziyâd, herhangi bir fetih harekâtına girişmemiştir. Muâviye’den sonra
yerine geçen Yezîd bin Muâviye ise Abdurrahman bin Ziyâd’ı görevden alıp, 681
tarihinde Selm bin Ziyâd’ı, Horâsân valiliğine atadı.[26]
Emevî
orduları, 680-681 senesinde Selm bin Ziyâd kumandasında, Buhârâ önleri bir kez
daha geldiklerinde, Buhârâ tahtında yine Kabac Hatun bulunmaktaydı. Selm bin
Ziyâd’dan önceki Horâsân valileri, Buhârâ ve çevresine yazın sefer düzenliyor,
kışın ise askeri üsleri konumunda bulunan Merv[27]‘e
geri dönüyorlardı. Durumu farkeden mahalli beyler aralarındaki çatışmalara son
verip, Araplar’a karşı hep birlikte savaşmaya karar vermişlerdi. İttifakın
içinde Kabac Hatun da yer alıyordu. Bunun üzerine harekete geçen Selm bin
Ziyad, Nişâbûr ile Hârezm’den sonra Buhârâ’ya yöneldi.[28]
Çevre melikleri ve Türkistan’dan gelen bir ordu Buhârâ’nın yardımına koşsalar
da, Emevî ordusu Buhâra’yı bir kez daha ele geçirdi. Hatun’un, Selm bin
Ziyad’dan emân [29]
istemekten başka çaresi yoktu. Bir adam gönderdi ve sulh istedi. Hatun’un
teklifini kabul eden Selm bin Ziyad, çok yüklü miktarda ganimet elde ettikten
sonra, kazanmış bir şekilde Horâsân’a döndü. Bir müddet sonra tekrar
Mâverâü’n-nehr’e girdi ve burada Soğd halkıyla savaştı.[30]
Selm
bin Ziyâd’ın oluşturduğu düzen, 683-684 senesinde bozuldu. Bu tarihte Yezîd bin
Muâviye’nin ölmesinden sonra, Emevî payitahtında başlayan karışıklıklar,
Horâsân ve Mâverâü’n-nehr’de de etkisini gösterdi ve 704 senesine kadar devam
etti. Horâsân ve Mâverâü’n-nehr’deki Emevî hâkimiyeti, Irak Valisi Haccâc’ın,
Horâsân valisi el-Mufaddal bin el-Mühelleb’i görevden alarak yerine Kuteybe bin
Müslim el-Bâhilî’yi tayin etmesiyle yeni bir döneme girdi (704)[31]
Kuteybe
bin Müslim’in Horâsân Valisi olmasıyla, İslâm fetihlerinin ikinci önemli
dalgası yaşandı. Velid bin Abdülmelik’in (705-715) hilafeti dönemine gelen bu
dönemde Kuteybe bin Muslim, Horâsân işlerini düzene koyup, anlaşmazlıkları
çözdükten sonra fetih harekâtına girişti. Bazı bölgeleri fethederek, bazı
bölgeleri ise mahalli beylerle anlaşmalar imzalamak suretiyle kendisine
bağlıyordu. Böylece Merve’r-rud, Talekan, Belh, Çağâniyân ve Tohâristân’ı
kontrol altına aldı.[32]
705-706’da Tohâristân[33]’da
hüküm süren, Akhun beglerinden, Badgiz Tudunu, Nîzek Tarhan[34]
ile anlaşma yaptı ve aynı sene içinde Ceyhûn’dan[35]
geçerek Mâverâü’n-nehr şehirleri üzerine yürüdü.[36]
Kuteybe
bin Müslim’in ilk hedefi, Âmûderyâ (Ceyhûn) ile Buhârâ arasında bulunan Beykend
oldu.[37]
Yanında, Müslüman olarak Abdullah adını alan Nîzek Tarhan ile Beykend önlerine
geldi ve şehri kuşattı[38].
Şehir, çok sağlam surlara sahipti.[39]
Kuteybe’nin nehri geçip üzerlerine geldiğini haber alan Beykendliler de boş
durmamışlardı, bir yandan şehri güçlendirirken, diğer yandan da Buhârâ ve çevre
bölgelerden yardım istemişlerdi. Kuteybe bin Müslim şehri kuşattığı sırada,
yardım kuvvetleri bölgeye ulaşmış, yolları ve geçitleri tutarak Kuteybe bin
Müslim ve ordusunun çevre ile bağlantısını kesmişlerdi.[40].
Bu süre zarfında büyük sıkıntı yaşayan Kuteybe bin Müslim[41],
Beykend’e hücum emrini verdi. Veki’ bin Ebî Sûd et-Temîmî kumandasındaki Emevî
ordusu, Beykend ordusunu mağlup etti. Kaçanlar, Beykend suruna sığınıp
savunmaya devam ettiler. Kuteybe bin Müslim, duvarın altından burca tünel
kazılmasını ve duvarı delip bir gedik açılmasını emretti. Kuteybe bin Müslim,
açılan gedikten “Her kim bu gedikten girerse, onun diyetini ben vereceğim. Eğer
ölürse de onun çocuklarına vereceğim.” diyordu. Bunun üzerine herkes içeriye
girmek istedi ve böylece hisâr ele geçirildi.[42]Diğer kaynaklar, lağım kazdırmak suretiyle şehrin ele
geçirilmesi olayını, ilk kuşatma esnasında değil, Kuteybe bin Müslim’in şehirden ayrıldıktan sonra
çıkan isyân üzerine, Beykend’e dönüp şehri tekrar kuşatması sırasında
zikretmişlerdir.[43]Çaresiz kalan Beykend halkı emân
diledi. Teklifi kabul eden Kuteybe bin Müslim, Beykend’in idaresini Varkâ bin
Nasr el-Bâhilî’ye bırakıp şehirden ayrıldı. Ancak henüz Beykend’e 5 fersah[44]
mesafede bulunan Hanbûn’a varmıştı ki Beykendlilerin isyan ettiği ve şehrin
idarecisi Varkâ bin Nasr el-Bâhilî’yi yaraladıkları haberini aldı[45].
Beykend’de
eli silâh tutan kim var ise hepsini öldürdü, kalanları ise köle yaptı.[46]
Şehir bir harâbe hâline geldi.[47]
Beykend’in fethinden sonra, Arap ordusunun eline Horâsân’ın tamamında bile
göremeyecekleri kadar ganimet geçmişti.
Beykend’in
fethini Haccâc’a bildiren Kuteybe bin Müslim, 707 senesinde tekrar nehri geçti
ve Buhârâ’ya doğru ilerledi. Buhârâ çevresinde yer alan; Hanbûn[48],
Târâb[49]
gibi yerleri ele geçirdi.[50]
Ancak bu sırada Târâb, Hanbûn ve Râmitîn’den birçok asker toplanıp Kuteybe bin
Müslim’i çembere aldılar. Bu orduda Soğd Meliki Tarhûn, Hanek Hudât, Verdân
Hudât ve Fağfûr-i Çin’in kız kardeşinin oğlu Melik Kûr Mağânûn[51]
da bulunuyordu. Bazı kaynaklarda iki yüz bin kişiyi bulduğu söylenen bu orduyla
yapılan muharebeyi Kuteybe bin Müslim kazandı.[52]
Daha fazla ilerleyemedi ve Merv’e döndü. Durumu Haccâc’a bildirdi. Ancak
Haccac, bir an evvel Buhârâ’nın fethedilmesini istiyordu. Kuteybe bin Müslim’e,
o sırada Buhârâ yönetimini ele geçirmiş olan, Verdân Hudât üzerine yürümesini
emretti. Bunun üzerine Kuteybe bin Müslim, 708 senesinde üçüncü kez Buhârâ
üzerine yürüdü. Onun Buhârâ üzerine yürüdüğü bu tarihte şehrin Melike'si Kabac
Hatun ölmüştü, yerine oğlu Tuğşâde geçmişti. Kuteybe bin Müslim, nehri geçip
Soğdlularla geçit yolunda karşılaştı ve onlarla çarpıştı. Onları yenip
Buhârâ'ya ilerledi. Bölge halkı, kalabalık bir ordu ile karşısına çıktı.
Onlarla çarpışan Kuteybe bin Müslim, sonunda zafer kazandı. Daha sonra Verdân
Hudât ve Buhârâ hükümdarı üzerine yürüdüyse de başarılı olamadı. Merv'e geri
dönüp bir mektupla Haccâc'a durumu bildirdi. Haccâc, cevaben yazdığı mektupta;
Buhârâ’nın haritasını yapmasını istedi. Kuteybe bin Müslim de oranın haritasını
yaptırıp gönderdi. Bunun üzerine Haccâc “Yapmış olduğun şu işlerden dolayı
Yüce Allah’a tevbe et ve oraya şu yerden hücum et.” diye yazıp şunları ekledi:
“Kiş’e güzel davran. Nahşeb’i havaya uçur, Verdân'ı geri al. Sakın düşmanın
seni çevirmesine fırsat verme, beni de eğri büğrü yollara sürükleme.”[53]
Kuteybe
bin Müslim, Haccâc’ın emri üzerine, 709 senesinde dördüncü kez Buhârâ üzerine
yürüdü. Buhârâ’nın idaresini elinde bulunduran Verdân Hudât, çevredeki diğer
topluluklardan yardım istedi. Ancak Kuteybe bin Müslim, onlardan daha erken
Buhârâ'ya varıp orayı kuşatma altına almıştı. Yardımcı kuvvetler Buhârâ önlerine
gelip savaşa başladılar. Çok şiddetli bir savaşın ardından Müslümanlar galip
geldi. Böylece Buhara fethedilmiş oldu.[54]
Buhârâ’nın
fethiyle, Mâverâü’n-nehr kapıları, İslâm ordularına açıldı. Şimdi sıra Semerkand’a
gelmişti. Buhârâ halkının başına gelenleri gören Semerkand hükümdarı Tarhûn,
Kuteybe bin Müslim’e elçi gönderdi ve bazı şartlar ileri sürmek kaydıyla barış
teklif etti. Toharistan hâkimi Nizek Tarhan, Buhârâ seferinden dönmekte olan
Kuteybe’nin yanına giderek ona bağlılığını bildirdi. Ancak Kuteybe bin Müslim’e
güvenmiyordu. Bu yüzden Talekan, Merv, Faryâb ve Cüzcân hâkimleriyle iş birliği
yaparak Müslüman Araplar’a karşı birlikte hareket etmeye çalıştı. Fakat Nizek
Tarhan’ın müttefikleri 710 yılında Kuteybe bin Müslim’le anlaştılar. Bunun
üzerine çaresiz kalan Nizek Tarhan, bir kaleye sığınmak zorunda kaldı. Kuteybe
bin Müslim onu ele geçirip, Irak umumî valisi Haccâc’a gönderdi. Nizek Tarhan,
Irak’a ulaşır ulaşmaz Haccâc’ın emriyle öldürüldü.[55]
Kuteybe
bin Müslim, Nizek Tarhan’ı ele geçirdikten sonra Kiş ve Nesef’e yürüyüp,
buraları da hâkimiyet altına almıştı. Bu sırada Haccâc, Zabulistan[56]
hükümdarı, Rutbil üzerine bir sefer düzenlenmesini istedi. Bunun üzerine
Mâverâü’n-nehir harekâtını durduran Kuteybe bin Müslim, Rutbil’in üzerine
yürüdü (711). Kuteybe bin Müslim‘e karşı koyamayacağını anlayan Rutbil, haraç
vermeyi kabul etti. Ardından Hârezm bölgesi itaat altına alındı ve böylece
sadece Horâsân değil, Mâverâü’n-nehr’de büsbütün Emevî hâkimiyetine girmiş
oldu.
704-705
senesinden beri devam eden fetihlerle, önemli şehirler ele geçirilmiş olsa da,
bölge halkı ve mahalli idareciler henüz İslâmiyet’i benimseyememişlerdi.
Semerkand hâkimi Tarhan, Kuteybe bin Müslim’e itaat arz etse de bölge kesin
olarak İslâm hâkimiyetinde değildi. Üstelik Semerkand halkı, Tarhan’a,
Müslümanlara haraç vermeyi kabul etmesinden dolayı, hoşnutsuzluk içindeydiler. Tarhan'ın
Müslümanlara haraç vermeyi kabul etmesi yüzünden başlatılan bir isyan sonucu
öldürülmesi üzerine yerine Gurek bin İhşîd adlı biri getirildi.[57] Semerkand’da arzu edilen
ölçüde huzurun sağlanamaması, Mâverâü’n-nehr‘in diğer şehirleri için bir tehdit
oluşturuyordu. Bu hususu dikkate alan Kuteybe bin Müslim, Hârezm seferi dönüşü
Semerkand üzerine yürümeye karar verdi. Kardeşi Abdurrahman bin Müslim’i öncü
kuvvetlerin başında gönderirken kendisi de bir orduyla yola çıktı. Bunu duyan
Gurek, Türk birliklerinin oluşturduğu bir orduyla karşı harekete geçti.
Taraflar Semerkand ile Buhârâ arasında karşı karşıya geldiler. Gurek’e bağlı
kuvvetler Kuteybe bin Müslim karşısında tutunamadı[58].
Emevî ordusu, Semerkand’ı kuşattı. Gurek, barış teklif etti. Antlaşma şartlarına
göre Semerkand (Soğd) hâkimi Gurek, her yıl 2.200.000 dirhem vergi ödeyecek ve
o yıl için 30.000 asker gönderecekti. Ayrıca şehirde bir mescit yapılacak ve
Kuteybe bin Müslim bir süre sonra şehri terk edecekti.[59] Ancak İslâm ordusu antlaşma şartlarına rağmen
şehri terk etmedi ve 711 yılında buraya bir garnizon yerleştirildi.[60]
712 senesinde yeni bir sefer düzenleyen Kuteybe bin Müslim; Şâş, Fergana ve
Hocend’i ele geçirdi. 714-715 senesinde ise Kaşgar’ı fethetti. Böylece İslâm
hâkimiyeti, Çin topraklarına kadar ulaştı.
Bu
fetihler gerçekleştirilirken Irak umumi valisi Haccâc, vefat etti (714).
Kuteybe bin Müslim, her zaman yakın ilgi ve desteğine mazhar olduğu Haccâc’ın
ölümü üzerine askerlerini bıraktı. Ancak Halife I. Velid, Kuteybe’ye bir mektup
gönderip, kendisini Irak’tan ayrı olarak müstakil bir vilayet haline getirilen
Horâsân’a, vali tayin ettiğini bildirdi ve seferlere devam etmesini istedi.[61]
Bunun üzerine Kuteybe bin Müslim, Fergana’yı kesin olarak İslâm hâkimiyeti
altına almak ve Fergana-Kaşgar ticaret yolunu ele geçirmek amacıyla yola çıktı
(715). Fergana’ya varıp karargâhını kuran Kuteybe bin Müslim, Halife Velid’in
ölüm haberini aldı. Yeni Halife Süleyman bin Abdülmelik’in hâkimiyetini
tanımayıp ona isyan etti. (714). Ancak bu isyan esnasında Kuteybe bin Müslim
öldürüldü (715).
Kuteybe bin Müslim’den
Sonraki Durum ve Emevîlerin Akıbeti
Kuteybe’nin
ölümü, Mâverâü’n-nehr ve doğudaki İslâm fetihleri açısından bir dönüm noktası
teşkil eder. Her ne kadar ondan sonra bölgeye atanan Emevî valileri de bir
takım fetih hareketlerinde bulunmuş olsalar da onun kadar geniş bir zafer
hareketine girişememişlerdir. Kuteybe bin Müslim’den sonra bölgeye atanan Yezid
bin Muhalleb, 717 senesinde Türk yurtlarına akınlar düzenledi ve Dihistan,
Taberistan ve Cürcân’ı ele geçirdi. Bununla beraber, Dihistan’da hüküm süren,
Türk hükümdarı Sûl’u mağlup ettiği halde o yörede İslâm egemenliğini
sağlayamadı.[62]
Yezid
bin Muhalleb’den sonraki Horâsân valileri döneminde de Müslüman Araplar ile
Türkler arasında mücadeleler devam etti. Emevîler’in, ilk dönemlerden itibaren
bölge halkına çok acımasız davranıyor olmaları büyük bir tepkiye sebep oluyor,
siyaseten hâkimiyet altına alınan bölgelerde bile, çok güçlü bir Emevî karşıtı
hareket gelişiyordu.
717
senesinde Ömer bin Abdulaziz’in halife olması ile bu politika değişti. Küçük
yaşlarında Kur'an’ı ezberlemiş, Mısır valisi olan babası tarafından ilim
tahsili için Medine'ye gönderilmiş ve uzun süre burada ilim adamlarından hadis,
tefsir, hukuk, edebiyat ve şiir konularında dersler almıştır.[63]
Ömer bin Abdulaziz, 720 senesine kadar sürecek olan hilâfeti döneminde İslâm
dininin, Emevî devletinin geniş sınırları içinde yaşayan dil, din ve ırk
bakımından farklı unsurlar arasında yayılması ve sosyal bünyesi sağlam, güçlü
bir İslâm toplumu için gerekenleri yapmaya çalıştı. Önce Türkistan seferlerini
durdurdu. Bölgeye yeni idareciler tayin etti.Müslümanlar arasındaki vergi
adaletsizliğini önledi. İslâmiyet’i tebliğ amacıyla "çağrı
mektupları" gönderip ve din adamları görevlendirdi. Alman tarihçi J.
Wellhausen, Emevi hanedanının tarihine dair yazmış olduğu meşhur eserinde,
halifenin uygulamalarını ve neticelerini değerlendirirken, “Bunun üzerine o
vakte kadar putperest kalmış olan Soğdlar, Semerkant ve civar halkı, hakim
dinin cemaatine sel gibi akıp geldiler“
diyerek meseleyi özetlemektedir.[64]
Fakat onun dönemi çok kısa sürdü ve ölümüyle birlikte bu politikaya son
verildi.
Ömer
bin Abdülaziz’in çabaları, Emevî idarecileri tarafından devamlı engellenmeye
çalışılmıştı. Ömer bin Abdülaziz'in, Haccac'ın Irak'ta halka yaptığı zulmü dile
getiren bir mektubu Velid'e göndermesi, Haccac'ın, Ömer'e kin duymasına sebep
olmuş. Bunun üzerine Haccac, halifeye, Iraklı isyankarların Hicaz'a giderek,
Ömer'den yardım ve ilgi gördüklerini dile getiren bir mektup yazmış ve
sonucunda bu mektup, Haccac'ın, Ömer bin Abdülaziz'e tercih edilmesine neden
olmuştur. Bunun üzerine Velid, Haccac'dan Medine'ye tayin edebileceği iki vali
adayı isteyerek Ömer'i valilikten azletmiştir.[65]
Ömer'in bir diğer nedeni ise; Emevi hanedanlığı içerisinde, sürekli sorun
haline gelen, veliahtlık meselesi idi. Velid, kardeşi Süleyman'ı veliahtlıktan
azlederek, oğlu Abdülaziz'i veliaht tayin edince, ortalık karışmıştı. Velid'in
bu kararını, Haccac ve Kuteybe bin Müslim desteklerken, Ömer bin Abdülaziz ve
güney Araplar’ı Süleyman'ın veliahtlığını savunuyordu. Bu durum, Medine'de iyi
bir yönetim tarzı gösterdiği halde, Ömer'in görevden alınmasında etkili oldu.[66]
1.1. Ömer bin Abdülazîz
Döneminde Hazarlar ile İlişkiler
Mesleme
bin Abdülmelik’in Azerbaycan’dan ayrılması ve İstanbul kuşatmasına katılması
Hazarlar için tehlikeyi kendiliğinden uzaklaştırmış oluyordu. Bu fırsattan
istifade eden Hazarlar, 717-718 yılında Ermenîye ve Azerbaycan’a bir akın
yaparak birçok müslümanı esir ederek bir topluluğu da katlettiler. Bunun
üzerine Ömer bin Abdülazîz, Hatim bin Nu’man el-Bâhilî kumandasında bir orduyu
Hazarlar’a karşı gönderdi. Hatim bin Nu’man el-Bâhilî, Hazarlar’ı mağlûp etti
ve 50 kadar Hazar esirini halifeye gönderdi.[67]
Ömer
bin Abdülazîz’in vefat etmesiyle yerine Yezîd bin Abdülmelik geçti. Ömer bin
Abdülazîz’in kaldırmış olduğu haksız uygulamaları yeniden uygulamaya koydu.
Böylece özellikle Türkler olmak üzere ülke çapında bulunan kölelerde büyük bir
hoşnutsuzluğa sebep olmuştu.[68]
1.2. Yezîd bin Abdülmelik
Döneminde Türkler ile İlişkiler
Yezîd’in
halifeliğinin ilk yılı olan 720 yılında, Abdurrahman bin Nuaym, Horasan
valiliğine devam etmiştir.[69]
721 yılında Irak valisi Mesleme bin Abdülmelik tarafından, Horasan valiliğine,
Saîd bin Abdülazîz[70]
getirilmiştir. Mesleme bin Abdülmelik, Saîd bin Abdülaziz Horasan’a vali tayin
etmişti çünkü Saîd bin Abdülaziz onun damadıydı.[71]
721
yılında Saîd bin Abdülazîz’in zayıf kişiliği ve halkın onu Huzeyne diye
lakaplandırması, Türk Hakanı’nı cesaretlendirmişti. Türk Hakanı, bir ordu
oluşturup, Soğd bölgesine[72]
gönderdi. Ordunun başında da Kursûl adında bir komutan vardı. Bâhilî sarayına
kadar ilerledi. Sarayı kuşatan Kursûl ile şehrin valisi Osman bin Abdullah,
40000 dinar ve 17 rehine karşılığında anlaşmaya vardılar. Bunun üzerine
Müseyyib bin Bişr komutasında bir ordu, Kursûl’un üzerine gönderildi. Müseyyib
bin Bişr askerlerine şöyle hitap etmiştir: “Siz Türkler’in, Hakan’ın ve
diğerlerinin arenasına çıkıyorsunuz. Sabrederseniz bunun bedeli cennet,
kaçarsanız da bunun sonu cehennemdir. Kim savaşmayı ve sabretmeyi istiyorsa
çıksın!” Türkler üzerlerine bir ordu gönderildiğini öğrenince, ellerinde
bulunan rehineleri öldürmüşlerdir.[73]
Daha sonra Müseyyib bin Bişr, emrindeki az sayıda insanla yoluna devam etmiş,
Türklere karşı ufak da olsa, başarılar kazanmıştır. Daha sonra Türkler geri
dönmüş; halk, saraydan alınan rehinelerden hiçbirini canlı görememiştir.[74]
Saîd bin Abdülazîz, bu yıl bizzat kendisi sefere çıkmıştır. Belh nehrini
geçerek anlaşmayı bozan ve Müslümanlara karşı Türklere yardım eden Soğd
bölgesinde savaşmıştır. Bu sefere de insanların kendisine: “Sen savaşmayı
bıraktın; Türkler saldırır, Soğd halkı isyan eder oldu.” demeleri üzerine
çıkmıştır. Türkler ve Soğdlular’dan bir grupla karşılaşan ordu, onları hezimete
uğratmıştır[75]
Mesleme
bin Abdülmelik’in, Irak ve Horasan valiliklerinden azledilmesinden[76]
sonra yeni Irak valisi Ömer bin Hübeyre, Saîd bin Abdülazîz ’yi azlederek
yerine Saîd bin Amr el-Haraşî’yi tayin etmiştir.[77]
Yeni
Horasan valisi Saîd bin Amr el-Haraşî, Türkler ile iş birliği yapan yerli halka
karşı çok şiddetli davranmıştır ve zulmünden dolayı halk memleketini terketmeye
mecbur olmuştur. Kaçanları takip eden Saîd bin Amr el-Haraşî, onlarınn bir
kısmını Hocend’de kuşattı ve tüccarlar hariç teslim olan asker ve asilzadelerin
hepsini kılıçtan geçirdi. 721-722 yıllarında cereyan eden bu hadiseler
Araplar’a karşı kin ve nefreti arttırdı.[78]
Bu olaylardan bir müddet sonra Ömer bin Hübeyre, Saîd bin Amr el-Haraşî’yi
azlederek yerine Müslim bin Saîd bin Züraa el-Kilabî’yi atadı[79].
724
yılında Müslim bin Saîd bin Züraa el-Kilabî, Türkler’e karşı savaşa girişti. Bu
savaştan önemli bir sonuç alamadı. Türk ordusu takibe başlayınca Müslim bin
Saîd bin Züraa el-Kilabî geri çekildi. Ordu Belh nehrini geçerken, Temîm atlıları
onları korudular. Temîm atlılarının başında o gün Abdullah bin Züheyr bin Hayân
vardı. Tam bu sırada Yezîd bin Abdülmelik öldü ve yerine Hişâm bin Abdülmelik
geçti. Soğd bölgesinin şehirlerinden biri olan Afşin’e doğru yürüdü. Afşin
hükümdarı, Müslim bin Saîd bin Züraa el-Kilabî ile başa çıkamayacağını
anlayınca, altı bin köle ve kalenin teslimi şartlarıyla anlaşma yapmaya mecbur
kaldı[80].
1.2.1. Yezîd bin Abdülmelik Döneminde
Hazarlar ile İlişkiler
721-722 yılında Hazarlar’ın tekrar
bir akın yaptıkları görülmektedir.[81]
722 yılında Cerrâh bin Abdullah el Hakemî (o zamanlar Azerbaycan ve Ermeniyye
valisiydi) Hazar topraklarına doğru sefere çıktı. Belencer’i fethetti. Yenilen
Hazarlar’ın birçoğu suda boğularak öldü. Belencer ile yetinmeyen Cerrâh bin
Abdullah el Hakemî, Belencer’in gerisinde kalan kaleleri de fethetti[82].
723-724 yılında Cerrâh bin Abdullah el Hakemî, Belencer’in gerisinde kalan
şehir ve kalelere ulaşıncaya kadar, el-Lân üzerine yürüdü. Bunlardan bazılarını
fethetti. Buranın halkından bazılarını esir almasının yanı sıra bu seferden çok
fazla ganimet elde etti.[83]
1.3. Hişâm bin Abdülmelik
Dönemi (724-743)
Hişam bin Abdülmelik, yıkılma
sürecine girmiş olan Emevîleri, tekrar derleyip toplayacak adımlar atmıştır.
Emevî devleti onun döneminde biraz da olsa kaybetmiş olduğu gücüne tekrar
kavuşmuştur. Bu dönemde, Mâverâünnehir’de Türgişlerle mücadele zirve noktaya
çıkmıştır.
1.3.1 Hişâm bin Abdülmelik Döneminde Türkler
ile İlişkiler
Hişâm
bin Abdülmelik’ın halife olması ve Irak umumî
valiliğine Halid bin Abdullah el-Kasrî’nin tayin edilmesi, bazı karışıklıkların
ortaya çıkmasına neden oldu. Müslim
bin Saîd bin Züraa el-Kilabî, yeni validen çekinmesine rağmen, Nasr bin
Seyyâr’ı, Belh’te kabile anlaşmazlığından çıkan karışıklığı bastırmakla
görevlendirdi ve kendisi de sefere çıktı. Fakat bu sefer esnasında ordusunda
bulunan Ezd kabilesi mensupları, ondan ayrıldılar[84].
Müslim bin Saîd bin Züraa
el-Kilabî’ye, Buhâra’dayken kendisine Halid bin Abdullah el-Kasrî’nin
mektubu ulaştı. Mektupta “Savaşını tamamla!” yazmaktaydı. Bunun üzerine Müslim bin Saîd bin Züraa el-Kilabî
yoluna devam ederek Fergana’ya ulaştı. Kuşatma esnasında, Türk Hakanı Şümel’in
üzerine geldiğini haber alınca, geri çekilmek zorunda kalmıştır. Onları takip
eden Türk kuvvetleri, çok kayıp verdirdiler. Müslim bin Saîd bin Züraa el-Kilabî’in kuvvetleri,
Seyhun’a vardığı zaman, Fergana ve Şâş kuvvetleri tarafından sıkıştırıldılar.
Bu esnada taşımış oldukları sularını bırakmak zorunda kaldılar. Bir müddet
sonra içecek suyu kalmayan orduda susuzluk baş gösterdi. “Yevmü’l-Atş” diye
adlandırılan bu savaşta müslümanlar büyük kayıplar vererek Hocend’e çekildiler.[85]
Bu gelişmeler üzerine Hevsere bin
Yezîd, Türkler’e karşı 4.000 kişiyle bir akın yaptı ve bir süre savaştıktan
sonra geri döndü. Nasr bin Seyyâr da 30 kadar süvariyle, bir grup Türk’le
savaştı ve onları yerlerinden geri püskürtmeyi başardı. Böylece Türkler mağlup
oldu.[86]
Hişâm bin Abdülmelik, Irak
valiliğine Halid bin Abdullah el-Kasrî’yi tayin ettikten sonra Halid bin
Abdullah el-Kasrî, kardeşi Esed bin Abdullah el-Kasrî’yi, Horasan’a vali olarak
gönderdi. 724 yılında Horasan’a gelen Esed bin Abdullah el-Kasrî, valiliği Müslim bin Saîd bin Züraa el-Kilabî’den
devraldı.[87]
724 yılında Tâlekân dağlarının
arkasında Karşistan’a sefer düzenleyen Esed bin Abdullah el-Kasrî, buranın
hükümdarı ile anlaşma yaptı.[88]
Esed bin Abdullah el-Kasrî, 725-726
yılında Gûr[89]
bölgesine sefere çıkmış ve buranın halkıyla savaşmıştır. Gûr halkı, tüm
kıymetli eşyalarını, yolu olmayan bir mağaraya doldurmuşlardı. Esed bin
Abdullah el-Kasrî, sandık tabutlar yaptırarak, bunların içerisine adamlar
koydu. Onları zincirlerle mağaraya sarkıttı. Bunlar, tabutların içerisine
aldığı kadar eşya yükleyip mağaradan çıktılar.[90]
726-727 yılında Huttel üzerine
yürüyen Esed bin Abdullah el-Kasrî, burada Türk Hakanı ile karşılaştı. Buradan
Kavadiyan’a çekildi ve nehiri geçti. Aralarında herhangi bir savaş olmadı.
Farklı bir rivâyete göre iki ordu savaşmış ve Türkler Esed bin Abdullah
el-Kasrî’yi yenerek onu rezil etmişlerdi.[91]
Başka bir rivâyette bu savaş esnasında ordunun aç kaldığı da nakledilir[92].
Esed bin Abdullah el-Kasrî, 727-728 yılında,
valilikten azledilmiştir. Azlediliş sebebi, Esed’in halka karşı sert
davranması, halk arasında karışıklığa yol açması, kabile asabiyeti güdüp Nasr
bin Seyyâr ve bir grup Mudarî’ye karşı sert hareket etmesidir. Durumu öğrenen Hişâm bin Abdülmelik, Irak
valisi Halid bin Abdullah el-Kasrî’ye: “Kardeşini azlet!” emrini içeren bir
mektup gönderdi. Bunun üzerine Halid bin Abdullah el-Kasrî, Esed bin Abdullah
el-Kasrî’yi görevinden aldı. Esed bin Abdullah el-Kasrî, Horasan Dihkânları ile
birlikte, Horasan’a Hakem bin Avâne el-Kelbî’yi bırakarak, Irak’a geldi.[93]
Hişâm
bin Abdülmelik, 727 yılında Esed bin Abdullah
el-Kasrî’in yerine Eşres bin Abdullah es-Sülemî’yi valiliğe tayin etti. Eşres
bin Abdullah es-Sülemî’yi valiliğe tayin ederken onun Irak valisi Hâlid bin
Abdullah ile mektuplaşmasını emretmişti. Eşres bin Abdullah es-Sülemî,
faziletli ve hayır sahibi birisiydi ve Horasan’a vali olarak gelişini halk
sevinçle karşıladı. Ayrıca faziletinden dolayı ona “Kâmil” lakabını taktılar.
Horasan’da ilk defa ribat[94]kuran
odur. Eşres bin Abdullah es-Sülemî, küçük büyük demeden tüm işlerle bizzat
kendisi ilgilendi.[95]
Eşres bin Abdullah es-Sülemî, 728
yılında Mâverâünnehir bölgesini iyi tanıyan birisi olan Ebu’s-Seydâ Salih bin
Tarîf’i, Semerkand halkını İslâm’a davet için görevlendirdi. Ebu’s-Seydâ Salih
bin Tarîf “Ben İslâm’ı kabul eden kimselerden cizyenin alınmamasını, Horasan
bölgesinin haracının sadece erkeklerden alınması şartıyla giderim.” demesi
üzerine Eşres bin Abdullah es-Sülemî bu şartı kabul etti. Ebu’s-Seydâ Salih bin
Tarîf, Semerkand ve çevresindeki şehirlere gitti ve halkı İslâm’a davet etti.
Müslüman olanlardan cizyenin kaldırılacağını vadetti. Bunun üzerine insanlar
akın akın İslâm’a koştu. Girişimin tahminlerin üstünde bir başarı ile
neticelenmesi hem hazine memurlarının hem de dihkânların[96]
hoşnutsuzluğuna sebep oldu. Çünkü bölge halkı çağrıya icabet ederek akın akın
müslüman oluyor, buna karşılık toplanan vergi miktarı hızla azalıyordu.
Semerkand hükümdarı Gûzek’in durumu bildiren mektubu kendisine ulaşınca; halk
isteyerek müslüman olmuyor, onların İslâm girmeleri cizyeden kaçmak içindir
diye, müslüman olanlardan da cizye alınmasını emretti. Hatta kimin sünnet olup
olmadığına, kimin Kur’an’dan bir sure okuyup okumamasına ve farzları yerine
getirip getirmemesine bakılarak, o zaman cizyenin kaldırılması gibi bir formül
bile düşünülmüştü. Halk onun bu kararını nefretle karşıladı. Bu karar halkı,
Araplar’a karşı, Türkler ile birleşmeye sevk etti.[97]
Eşres bin Abdullah es-Sülemî,
Kuteybe bin Müslim’in oğlu Katan ile birlikte Türk Hakanı’na karşı mücadeleye
girişti. Amûl yakınında Türkler’le karşılaşan Eşres bin Abdullah es-Sülemî’nin
birlikleri ağır kayıplar vererek nehri geçti. Beykent üzerine yürürken burada
da Türkler’in taarruzuna uğrayan Müslümanlar, su yollarının Türkler tarafından
tutulması sonucunda zor durumda kaldılar. Onları mahvolma tehlikesinden Hâris
bin Süreyc’in “Kılıçla ölmek susuzluktan ölmekten, bu dünyada, daha şerefli,
Allah katında da daha makbuldür.” diyerek insanları cihada teşvik etmesi sonucu
Hakan’ın ordusu yenilmiş askerler suya kavuşabilmiştir. Yalnız bu seferde
susuzluktan 700 müslüman ölmüştür.[98]
Eşres bin Abdullah es-Sülemî, özellikle Buhâra, Beykend, Semerkand gibi
şehirlerde Türk Hakanı ile mücadeleye girişmiş ancak her iki taraf da kesin
sonuçlar elde edememiştir.[99]
Eşres bin Abdullah es-Sülemî’in
valiliği sırasında Türk Hakanı, Kemerce’yi kuşatmıştı. Şehrin Müslüman halkı
her türlü zor şartlara rağmen kaleyi 58 gün savundu. Ayrıca 35 gün boyunca
develerini sulamamışlardır. Hakan, çeşitli yollar deneyerek kaleyi fethetmeye
çalıştıysa da başarılı olamadı. Sonunda Kemerce halkına eman vererek Semerkand
ve Debûsiyye’ye gitmelerine izin verdi. Halk yanlarına Türk rehineler alarak
kaleyi terk etti.[100]
728-729 yılında Kürder halkı,
İslâm’dan dönerek Müslümanlarla savaştı. Yapılan ilk savaşta müslümanlara karşı
galip geldiler. Türkler de Kürder halkına destek olmuşlardı. Bu durumu gören
vali Eşres bin Abdullah es-Sülemî, 1.000 kişilik askeri birliği oraya gönderdi.
Neticede Müslümanlar Türkler’i yenerek, Kürder halkına karşı zafer kazandılar.[101]
729-730 yılında Şeddad bin Hâlid
el-Bâhilî’nin, Hişâm bin Abdülmelik’e, Eşres bin Abdullah es-Sülemî’ı şikâyet
etmesi sonucu Hişâm bin Abdülmelik, Eşres bin Abdullah es-Sülemî’yi azletti ve
yerine Cüneyd bin Abdurrahman’ı atadı.[102]
Cüneyd bin Abdurrahman el-Murrî ,
Merv’e geldiğinde, Eşres bin Abdullah es-Sülemî; asıl Arap ordusu ile birlikte
Buhâra ve Semerkand yörelerinde Türkler ile olan mücadelelerine devam ediyordu.
Emrindeki 500 kişilik bir müfreze[103]
ile Ceyhun nehrini geçmiş ve Türk yurtlarında ilerlemeye başlamıştı. Amacı bir
an önce Eşres bin Abdullah es-Sülemî’ye ulaşmak, ondan görevi devralmaktı.
Eşres bin Abdullah es-Sülemî, Buhâra’yı kuşatırken, bir kısım kuvvetlerini de
civardaki isyanları bastırmaya göndermişti, bu birliklerden biri Hakan
tarafından imha edildi. Buna rağmen Buhâra’yı kuşatan Eşres bin Abdullah
es-Sülemî üzerine, fazla baskı yapılamadı. Bu sırada Cüneyd bin Abdurrahman
el-Murrî, kumandasındaki birlikle, Eşres bin Abdullah es-Sülemî’n yanına geldi.
Buhâra’yı kuşatan Arap birliklerinin takviyesi sayesinde Buhâra tekrar
Araplar’ın eline geçmiş oldu. Vasıl bin Amr el-Kaysî komutasındaki birliğin,
Hakan’a ani bir baskın yapması sonucu, Hakan yenilmiş ve geri çekilmek zorunda
kalmıştır. Yine aynı yıl, 7.000 kişilik bir orduyla Türkler üzerine yürüyen
Cüneyd bin Abdurrahman el-Murrî, Beykend’e iki fersah uzaklıkta Türk atlıları
ile karşılaşarak onları mağlûp etti. Yapılan savaş çok çetin geçti ve az kalsın
Cüneyd bin Abdurrahman el-Murrî’nin ordusu helak olacaktı. Sonuç olarak
Cüneyd’in ordusu savaşı kazandı. Bu savaş sonrasında Şâş hükümdarı ve Türk
Hakanı’nın kardeşinin oğlu esir alındı. Bu kişiyi halifeye gönderdi. İki ay
boyunca Tirmîz’de konakladı. Sonra zafer kazanmış olarak Merv’e döndü. Hakan, Cüneyd
bin Abdurrahman el-Murrî hakkında şunları söylemiştir: “Bu çocuk çok olmaya
başladı. Bu yıl beni yenmiş olabilir. Gelecek yıl onu yok edeceğim.”[104]
730 yılında Cüneyd bin Abdurrahman
el-Murrî, Toharistan seferine çıktı. Bu sefer sırasında, İslâm tarihine “Geçit
Savaşı” diye geçen olay meydana geldi. Cüneyd bin Abdurrahman el-Murrî, 18.000
kişilik orduyu, Umare bin Huraym komutasında, Toharistan üzerine gönderdi.
İbrahim el-Leysî’yi 10.000 kişilik bir kuvvetle, başka bir bölgeye gönderdi.
Bunun üzerine Türkler de asker toplayıp, Semerkand üzerine yürüdüler. Semerkand
valisi Sevre bin Hurr, Cüneyd bin Abdurrahman el-Murrî’ye mektup göndererek
yardım istedi. Türk ordusunun başında büyük Hakan vardı ve Soğd, Şâş, Fergana
halkı ona destek olmuşlardı. Cüneyd bin Abdurrahman el-Murrî, ordusuyla
birlikte Semerkand kuşatmasını yarmak için, bu şehre yöneldi. Cüneyd bin
Abdurrahman el-Murrî, kumandanlarının ikazlarına rağmen, Sevre bin Hurr’a
yardım için hareketle Kiş üzerinden, Semerkand’a doğru yöneldi. Yolda, su kuyularının
tahribi sebebiyle çok sıkıntı çekti. Semerkand’a 4 fersah kadar yaklaşan Cüneyd
bin Abdurrahman el-Murrî, orada kamp kurmuştu. Ertesi gün Hakan büyük bir
orduyla Müslümanlar’a hücum etti. İki ordu savaşa tutuştu ve çok şiddetli bir
şekilde savaştılar. Her iki taraftan da birçok kişi öldü. İlk saldırılarda
Müslümanların şiddetli hücumu sonucu Türkler hezimete uğradılar, daha sonra
Türklerin karşı saldırılarında birçok müslüman şehit oldu. Sevre bin Hurr,
Semerkand’da çok az sayıda bir kuvvet bırakarak Cüneyd bin Abdurrahman
el-Murrî’nin yardımına koştu. Türkler, harp sahasındaki çalılıkları ateşlemek
suretiyle Sevre bin Hurr’un birliklerinin büyük bir kısmını mahvettiler.
Türkler’in, Sevre bin Hurr ile mücadelesinden istifade eden Cüneyd bin Abdurrahman
el-Murrî, Semerkand’a girmeyi başardı. Önemli miktarda askeri esir alan
Türkler, bunları Hakan’a götürdüler. Hakan, esirlerin tamamının öldürülmesini
emretti. İşte bu savaşa “Yevmü’ş-Şiab” veya “Vak‘atü’ş-Şiab” ismi verilmiştir.
Ölenler arasında Sevre bin Hurr da bulunuyordu. Nasr bin Seyyâr ve mevalinin
gayretleri Arap ordusunu perişan olmaktan kurtarmıştı.[105]
Semerkand’ın yeniden kuşatılmasında
bir başarı kazanılamayacağını anlayan Türkler, bu kere de Buhâra üzerine
yürüyerek orada bulunan Katan bin Kuteybe’yi kuşattılar. Bunun üzerine Cüneyd
bin Abdurrahman el-Murrî, istişare ettikten sonra Semerkand’ı terkederek
Buhâra’nın yardımına koştu. Halife’ye mektup yazarak kendilerine ordu
göndermesini istedi. Buhâra’ya varan Cüneyd bin Abdurrahman el-Murrî, Hakan’ı
çekilmeye mecbur etti.[106]
733 yılında Horasan’da büyük bir
kıtlık yaşandı.[107]
734 yılında Cüneyd bin Abdurrahman
el-Murrî, Fadıla bint Yezîd bin Mühelleb ile evlendi. Hişâm bin Abdülmelik bunu duyunca çok kızdı
ve onu valilikten azlederek Asım bin Abdullah bin Yezîd el-Hilâlî’yi tayin
etti.[108]
Asım bin Abdullah bin Yezîd el-Hilâlî, iç işlerle uğraşmaktan, fetih
hareketlerinde bulunmamıştır. Toharistan bölgesinde patlak veren Hâris bin
Süreyc[109]
isyanını bastırmak için uğraşmış, bunun dışında Türkler ile önemli bir temasta
bulunmamıştır[110].
Asım bin Abdullah bin Yezîd el-Hilâlî hiçbir varlık gösteremediği için
azledildi ve yerine Esed bin Abdullah tayin edildi.[111]
Esed bin Abdullah, 737 yılında
Huttel üzerine sefere çıkmış, bölgedeki bir kaleyi fethetmiştir. Birçok esir
elde etmiş ve düşman ordusu Çin topraklarına kaçmıştı.[112]
737 yılında, Türk şehirlerini
Araplar’a karşı başarıyla koruyan, Türk Hakanı Su-lu öldürülmüştür.
Nakledildiğine göre Esed bin Abdullah’ın bölgedeki başarılı fetih hareketleri
sonucu harekete geçen Hakan, 50.000 kişilik ordusuyla Belh şehrinin kıyısındaki
nehre kadar geldi. Müslümanlar, Hakan’ın ordusuna hücum ettiler. Bu esnada
Hâris bin Süreyc de beş bin savaş atı getirmiş ve bunlar askerlere değil sadece
ordudaki Türk komutanlarına dağıtılmıştır. Hâris bin Süreyc kendisi Arap olduğu
halde Türkler’in ordusunda savaşıyordu. Yapılan savaşta Hakan mağlup oldu ve
birçok askeri öldürüldü. Esed bin Abdullah ile karşılaşan Hakan feci bir
mağlûbiyete uğradı. Bu mağlûbiyet Hakan’ın itibarını kaybetmesine sebep olup
memleketine dönünce Kursûl tarafından öldürüldü.[113]
Yine aynı yıl Esed bin Abdullah,
Huttel üzerine yürüdü. Melik Bedr Tarhan, Esed bin Abdullah ile görüşmesinde
1.000.000 dirhem vermeyi teklif ettiyse de Esed bin Abdullah bunu kabul etmedi
ve: “Sen oraya Bamyan halkından garip bir adam olarak girdin. Huttel’e nasıl
girdiysen öyle çık.” dedi. Türk şehirlerini ele geçiren Esed bin Abdullah,
Melik Bedr Tarhan’ı da öldürttü. Huttel şehrini ele geçirip mallarını ve
kadınlarını ganimet olarak aldı.[114]
738 yılı Horasan valiliğine Nasr bin
Seyyâr el-Kinanî atandı[115].
Emevî devletinin son Horasan valisi
olan Nasr bin Seyyâr el-Kinanî, saldırgan bir siyaset yerine, Arap hakimiyetine
karşı karşı koyan Mâverâünnehr sakinlerini, Araplar’la aralarındaki farklılıkları
gidermek suretiyle dindirmeye çalıştı ve başarılı oldu.
Ufak çapta bazı seferler yapmaktan
da geri durmuyordu. Eyalet merkezini Belh’ten Merv’e taşıdı; Katan bin
Kuteybe’yi, Ceyhun’un doğusunda bulunan garnizonların kumandanlığına tayin etti
dolayısıyla Buhâra ve Kiş’te herhangi bir hareketin çıkmasını daha başlangıçta
önlemiş oldu. Bu sırada kendisi de ordusu ile beraber Semerkand’a gitti ve
hiçbir dirençle karşılaşmaksızın şehre girdi. Bir müddet Semerkand’da kalarak,
iç vaziyeti düzelttikten sonra, 740 yılı sonlarında, Mâverâünnehr halkından da
aldığı kuvvetlerle, Uşrusana üzerinden Şâş’a yürüdü. Uşrusana hâkimi sadakatini
arzettiği için çatışma olmadı. Şâş’ta, karşısına buranın hâkimi ile Türgiş
Hakanı Su-lu’yu katleden Kursûl çıktı ise de yapılan çarpışmada Kursûl esir
alındı ve derhal idam edildi. Nasr bin Seyyâr el-Kinanî, Şâş hâkimi ile de daha
önce isyan etmiş olan Hâris bin Süreyc’in Şâş’tan atılması şartıyla barış
yaptı. Buradan, Fergana üzerine yürüyen Nasr bin Seyyâr el-Kinanî, oranın hükümdarı
ile de barış yaptı.[116]
739 yılında Belh şehrinden yola
çıkan Nasr bin Seyyâr el-Kinanî, Mâverâünnehir’deki Babu’l-Hâlid bölgelerinde
savaş yapmıştır. Daha sonra Verağser ve Semerkand seferine çıkmış, Merv’den Şâş
şehrine kadar uzanan yerleri tekrar itaat altına almıştır.[117]
Yine aynı yıl Nasr bin Seyyâr el-Kinanî, Süleyman bin Sûl’u, Fergana melikine
bir sulh mektubu ile gönderdi. Süleyman bin Sûl’u, Fergana melikiyle konuşup
onun sulhu kabul etmesini sağladı.[118]
Nasr bin Seyyâr el-Kinanî, 741 yılında Soğd
halkıyla sulh anlaşması yapmıştır. Esed bin Abdullah’ın valiliği döneminde
öldürülen Hakan’dan sonra Türkler dağınık bir hale gelmişlerdi. Soğd halkı
kendi bölgelerine dönmek istiyorlardı. Nasr bin Seyyâr el-Kinanî, onlara bir
haberci göndererek kendi memleketlerine dönmek için izin verdi. Onlara
istedikleri şeyi vereceğini söyledi. Soğd halkı da bazı şartlar öne sürdü. Bu
şartlar şunlardı:
1.Dinden dönenlerin (mürted) cezalandırılmaması,
2.Herhangi bir borçtan dolayı hiç kimseye zulmedilmemesi,
3.Hâkimin hükmü ve âdil kişilerin şahitliği olmadan Müslüman
esirlerin ellerinden alınmaması.
Bu istekler karşısında halk, Nasr
bin Seyyâr el-Kinanî’yi ayıplayınca o şöyle dedi. “Şayet siz onların
Müslümanlar hakkındaki olumlu düşüncelerini bilseydiniz buna karşı
gelmezdiniz.” Hişâm bin Abdülmelik’e bir elçi göndererek durumu bildiren Nasr
bin Seyyâr el-Kinanî’nın görüşünü, halîfe Hişâm bin Abdülmelik de uygun buldu.[119]
Yine bu yıl Nasr bin Seyyâr el-Kinanî, Fergana’ya karşı ikinci kez savaştı.[120]
743 yılında Hişâm bin Abdülmek’in vefat etmesi üzerine Velîd bin Yezîd halife
oldu.[121]
725-726 yılında Hişâm bin
Abdülmelik, Cerrâh bin Abdullah’ı Ermeniyye, Azerbaycan ve Cezîre valiliğinden
azletmiştir. Yerine Malatya civarında savaşan kardeşi Mesleme bin Abdülmelik’i[122]
tayin etmiştir.[123]
728 yılında Mesleme bin Abdülmelik, Hazarlar üzerine sefere çıkmıştır.
Babu’l-Lân’a doğru Hazarlar’ın üzerine gelmiştir. Orada Hakan’ın ordusuyla
karşılaşmıştır. Yaklaşık bir ay savaşmışlardır. Bu arada şiddetli bir yağmura
tutulmuşlardır.[124]
Sonuçta Hakan’ın ordusu bozguna uğramıştır. Hakan geri çekilmek zorunda
kalmıştır.[125]
729 yılında Hazarlar, Azerbaycan’da bazı yerleri istila etmişler, karşılarına
çıkan Hâris bin Amr onları bozguna uğratmıştır.[126]
Hişâm bin Abdülmelik bölgeye
kuvvetli bir garnizon yerleştiren[127]
Mesleme bin Abdülmelik’i 730 yılında görevden alarak Cerrâh bin Abdullah’ı
ikinci kez valiliğe tayin etmiştir.[128]
731 yılında Hazarlar saldırıya geçtiler. Karşılarına Cerrâh bin Abdullah,
Azerbaycan ve Şam askerleriyle birlikte çıkmasına rağmen Erdebil geçidinde
Cerrâh bin Abdullah ve yanındakiler şehit düştü. Böylece Hazarlar Erdebil’i
işgal etti. Ermeniyye valiliğini Cerrâh bin Abdullah’ın kardeşi Haccac bin
Abdullah üstlendi[129].
Bu haber, Hişâm bin Abdülmelik’e ulaşınca, Saîd bin Amr el-Haraşî’yi çağırarak
onun görüşünü sordu. O da: “Beni kırk posta atıyla oraya gönder. Sonra her gün
kırk posta atlı adam gönder. Sonra ordu komutanlarına benim emrimin altına
girmelerini emret.” diyerek görüşünü belirtti. Hişâm bin Abdülmek’in bu fikir
hoşuna gitmiş olacak ki dediğini yaptı.[130]
Hazar Hakanı’na gönderilen Müslümanlar’dan ve zimmîlerden üç heyet esir
alınmıştı. Onları Saîd bin Amr el-Haraşî kurtarmıştı. Fakat birçoğu
öldürülmüştü.[131]
731 yılında Mesleme bin Abdülmelik,
orduyu Hakanın üzerine gönderdi. Hakanın elinde bulunan birçok kaleyi ve şehri
fethetti. Hakanın ordusundan birçok kişiyi öldürdü ve esir etti. Hazar
halkından birçok kişi kendini ateşle yaktı. Belencer dağlarının sırt
kesimindekiler boyun eğdiler. Bu savaşlar sırasında Hakanın oğlu da öldürüldü.[132]
Bu olaydan bir sene sonra Hakanın yenilmesi üzerine Mesleme bin Abdülmelik,
el-Bâb’dan ayrıldı. 732 yılında Hişâm bin Abdülmelik, Ermeniyye ve Azerbaycan
valiliğine Mervan bin Muhammed’i atadı.[133]
Mervan bin Muhammed, 735 yılında Hazar bölgesine iki kez ordu gönderdi. Bu
seferlerin ilkinde el-Lân bölgesinden üç kaleyi fethetti. Diğerinde ise
Tumanşah üzerine yürüdü. Halkı savaşsız bir şekilde anlaşmaya razı oldular.[134]
738 yılına gelindiğinde İshak bin Müslim el-Ukaylî, Tumanşah kalesini fethetti
ve burayı yıktı. Ayrıca Mervan bin Muhammed, düzenli hale getirdiği Hazar
seferlerine, bu yıl da devam etti.[135]
Mervan bin Muhammed, 739 yılında Serirü’z-Zeheb hükümdarı üzerine yürüdü.
Kalesini fethetti ve topraklarını tahrip etti. Orayı cizyeye[136]
bağladı ve her yıl bin asker göndermesi şartıyla anlaşma yaptı. Ondan bu
rehineleri alarak burayı karargâhı haline getirdi.[137]
1.5. Velîd bin Yezîd Dönemi
(743-744)
Velîd bin Yezîd halifeliğe geldikten
sonra gençliğini geçirmiş olduğu çöle geri döndü. Sarayında çevresinde
eğlenceden oluşan bir topluluğun içinde zamanını geçirmeye başladı. Devlet
işleri ile ilgilenmemesi birtakım sorunlara sebep oldu. Arap kabileleri
arasındaki çatışma şiddetlendi ve bunun üzerine devlete düzen vermek adına
Emevî ailesi tarafından hilafetten alınarak öldürüldü.
1.6. Yezîd bin Velîd Dönemi
(744)
Velîd bin Yezîd’in yerine geçen Yezîd bin Velîd her ne kadar
iyi bir halife olacağını söylese de durum böyle olmadı. İktidarını Kelb
kabilesine üzerine kuran Yezîd
bin Velîd’in etrafında hiç Kayslı kalmadı, hatta Yezîd bin Velîd’e Ermeniyye valisi Mervan
bin Muhammed ile Horasan valisi Nasr bin Seyyar bile biat etmedi. Kısa bir süre
sonra vefat etmesi üzerine yerine İbrahim bin Velîd geçti.
1.7. İbrahim bin Velîd
Dönemi (744)
Her ne kadar İbrahim bin Velîd başa
geçmiş olsa da onu Şam dışında hiçbir yer halife olarak tanımadı. Mervân bin
Muhammed’in Kayslılar’ın da tam desteğini alarak Şam’a girmesi sonucu, İbrahim
bin Velîd hilafetten vazgeçti.
1.8. Mervân bin Muhammed
Dönemi (744-749)
Abbasî ihtilâlinin patlak vermesi,
hızı kesilmiş olan fetih hareketinin duraklamasına sebep oldu. Horasan
valisinin ihtilâlcilerle uğraşması, yerli halkın ihtilâlcileri desteklemesi,
Emevî ordularının dışarıya karşı harekete geçme imkânlarını tamamen ortadan
kaldırmıştı. Emevî komutanları iç işlerle uğraşmaktan dışarıya yönelemediler.
Emevîler yıkılıncaya kadar bu böyle devam etti. Abbâsîler ile birlikte
ilişkiler tekrar başladı Sadece tekrar başlamakla kalmadı farklı bir boyut da
kazandı. Çünkü artık Türkler savaşılan taraf değildi ve hızla müslüman olan
Türkler İslâm tebeasının bir parçası haline geldiler.
Abbâsîler Dönemi Türk-Arap
İlişkileri
Abbâsî
ihtilâli, Horâsân’da başladı. Hilâfet makamını ele geçiren Abbâsîler, 1258
senesine kadar hilafet makamında kaldılar. Ayrıca Abbasîler, Emevîler’in yanlış
politikalarını sürdürmediler ve köklü değişikliklere gittiler.
Yeni
hanedan ilk önce merkezi Şam’dan Bağdat'a taşındı. Suriyeliler, halifelerin
daimî ordusunu oluşturuyordu ve Halife bu ordunun arasında kendisini emniyette
hissediyordu. Kökten değişim ile beraber Araplar ve Suriyeliler için hâkimiyet
devri sona erdi. Arap ve mevâlî arasındaki farklılık ortadan kalktı ve hatta
mevâlî, Araplar’a karşı üstünlük bile kazandı. Doğu halkı, özellikle
Horâsânlılar, Abbâsî Devleti’nin çeşitli makamlarına yerleştiler ve idarî ve
askerî kadroların büyük bir kısmı, Arap olmayan unsurun eline geçti.
Halifelerin merkeze yerleştirdikleri ücretli muhafız birlikleri çoğunlukla Arap
olmayanlardan meydana geliyordu.
Abbâsîile
yaşanan değişikliklerden biri de fetih siyasetiydi. Emevîler döneminde devam
eden askerî hareket büyük ölçüde durdu ve Anadolu'ya yapılan gazalar dışında
büyük çapta bir askerî harekât düzenlenmedi. Türk ülkeleri üzerine yapılan
askerî harekât da durmuştu. Bu durum, mevâlîlerin durumunun düzeltilmesiyle
birlikte, Türk-Arap ilişkilerinin düzelmesine sebep oldu. Böylece Türkler,
İslâmiyet’i daha uygun bir ortamda tanıyıp, öğrenmeye başladılar. Sonuç olarak,
hem Türklerin İslâmiyet’i kabulü hızlandı hem de İslâm devletinde görev alan
Türkler’in sayısı arttı.
Abbâsîler
döneminde, ilk Abbâsî Halîfesi Abdullâh Seffah zamanında, 751
yılında Talas Savaşı[138]
yapıldı. Bu savaşta önemli olan Türkler ile Müslüman Araplar arasında yapılan
ittifaktı. 751 yılı Temmuz ayında Ebû Müslim, Horâsân’ın kumandanı Ziyad bin
Salih ile Çin’in Kuça valisinin idare ettiği ordular arasındaki savaşta, Çin
birlikleri ağır kayıplar vermişti, 20 bin Çinli esir düşmüştü.
Başkumandanlarının bile canını zor kurtarabildiği bu savaştan sonra Çinliler,
bir daha Mâverâü’n-nehr işlerine karışamadılar.
Çin’e
karşı yapılan bu savaşta o güne kadar Araplar tarafından yapılan bütün askerî
harekâtların karşısında yer alan Türkler, ilk defa Araplar ile birlikte başka
bir düşmana, Çin ordusuna, karşı mücadele ettiler ve kazandılar.
Arap
ve Çin kaynakları, Talas Savaşı’nın üzerinde fazlaca durmamıştır, bu olaya
kendi tarihleri açısından büyük bir önem vermemişlerdi. Ancak Türkler için
durum aynı değildi. Bu savaş, Türk-Arap ilişkilerinin sürecinin geleceği için
bir dönüm noktası olmuştur. Bu tarihten sonra, arada birkaç zıtlık meydana
gelse de, genel olarak Türk-Arap ilişkileri yumuşamış ve Türkler’in
İslamiyet'ini kabulü kolaylaşmıştır. Öyle ki Türkler’in İslâmiyet’i kabul
süreci içerisinde Talas Savaşı’yla başlayan döneme “hizmet safhası” denmişti.
Abbâsî
halifeleri de çeşitli davranış ve tedbirleriyle Türkler’in İslâmiyet’i kabul
etmelerine olumlu katkıda bulunmuşlardır. Abbâsîler’in ikinci halifesi Abdullâh Mansûrdu. Abdullâh Mansûr, bir taraftan ilk defa
Türkler’i devlet hizmetinde görevlendirmiştir ve bir taraftan da oğlu Muhammed
Mehdî’ye, mevâlîye iyi davranmasını vasiyet etmiştir.
Muhammed
Mehdî (775-785) ise bazı Türk hükümdarlara elçiler göndererek, onları itaat ve
İslâmiyet’i kabule davet etti. Bu dönemde, Halîfe Muhammed Mehdî’nin ordusunda
görev alan Türkler, Hâricî[139]
İsyanı’nın bastırılmasında büyük rol oynadı.
Muhammed
Mehdî’den sonraki dönemde, Hârûn
Reşîd (786-809) saray muhafızlarını Türkler’den meydana getirmiştir.
Abdullah Me’mûn (813-833) Aşağı Türkistan ve çevresinde İslâmiyet’in yayılması
için büyük çaba sarf etmiş ve başarılı da olmuştu. Onun ordu komutanları
arasında çok sayıda Müslüman Türk bulunmaktaydı. Bunların bir kısmı Bizans uç
bölgelerine görevlendirmişlerdi. Bunlardan biri olan Ebu Süleym Ferec el-Hadim
et-Türkî, bazı bölgelerin genel komutanlığına atanmıştı. 25 yıl Bizans uç
bölgesinde kalarak, buranın tahkim[140]
ve imar faaliyetlerini sürdürmüş, askerî açıdan son derece önemli olan bu
bölgenin hakimi olmuştu.
Abdullah
Me'mun gittikçe artan İran nüfuzu karşısında denge unsuru olarak Türkler’den
faydalanmayı düşünmüştü. Abdullah Me'mun, kardeşi Abbas Mu'tasım aracılığıyla
Türk illerinden düzenli bir biçimde ücretli asker getirtiyordu. Kısa sürede
bunların Bağdâd’taki sayıları 18.000'i buldu. Abdullah Me'mun, Bizans'a karşı
seferlerinde bu askerlerden büyük çapta faydalanmıştır.
Aynı
durum annesi Türk olan Halife Abbas Mu’tasım (833-842) döneminde de devam
etmişti. Hatta Abbas Mu’tasım, Türk birliklerinin desteği sonucu halîfe olmuş,
bu sebeple Araplar’dan sonra İranlıların da devlet idaresindeki yerlerini,
Türkler almışlardı.
Samarra Devri ve Sonrası
Türkler’in
ordudaki sayılarının kısa zamanda çoğalması ve nüfuzlarının artması, onlara
farklı muamele yapılması hoşnutsuzluğun meydana gelmesine sebep oldu.
Türkler’den meydana gelen süvari birlikleri, Bağdat'ı bir talimgâh[141]
sahası haline getirmişlerdi ve bundan dolayı Halîfe’ye şikâyetler gelmekteydi.
Abbas Mu’tasım, bu durumda halkın isyanından korkuyordu. Bu nedenle, muhafız
birlikleri ile beraber hilâfet merkezini taşıyabilecek bir yer aramaya başladı
ve 835 yılında Sâmarrâ şehrini kurarak merkezi oraya nakletti.
Sâmarrâ’nın
kurulmasına sebep olan Türkler, burada da özel bir muameleye ulaşmış
olmuşlardı. Türk kumandanlarına, halîfe ayrı ayrı arazi tahsis edip, maiyetleri[142]
ile beraber oralara yerleşmelerini sağlıyordu. Türklerin diğer unsurlarla
karışmamalarına dikkat ediliyordu, hatta kendi soydaşları dışında yabancılarla
evlenmelerine müsaade edilmiyordu. Abbas Mu’tasım zamanında, hilâfet
ordusundaki Türkler’in sayısının yirmi beş bin civarında olduğu tahmin
edilmektedir.
Hilâfet
merkezinin Bağdat'tan, Sâmarrâ’ya taşınması, Türkler’in Abbâsî Devleti’nde ne
kadar etkili olduğunu açıkça gösteriyordu. Abbâsî Devleti’nde Abbas Mu’tasım’la
başlayıp 56 sene boyunca toplam sekiz halifenin iktidar döneminde devam eden
(836-892) Sâmarrâ Devri, başlamış oluyordu. Türkler, devlette büyük öneme sahip
olmuşlar, halife seçimlerinde bile etkili olmuşlardır. Halifeler bu dönemde,
Türk komutan ve idarecilerin istekleri dışına çıkamamışlardır. Bu durum Abbâsî
halifeleri ile Türk kumandan ve idareciler arasında gizliden gizliye bir
rekabeti beraberinde getirmişti. Özellikle Cafer Mütevekkil’in, oğlu tarafından
hazırlanan bir tertiple öldürülmesi olayı (861), Abbâsî sarayında Türkler
aleyhine gelişmelere sebep olmuş ve halifenin öldürülmesi olayına karışan
birçok önemli Türk kumandan öldürülmüştü.[143]
892’de
Mu’tazıd’ın, Sâmarrâ’yı terk ederek Bağdat'a dönmesiyle, Sâmarrâ Devri sona
erdi. Türkler’in devlet kademelerindeki önemi kırılmıştı ve halifelerin öenmi
artmış olmakla beraber bu durum uzun sürmedi. Halife Mu’tasım’ın ölümünden
sonra yerine geçen Hârûn Vâsık’tan sonra Abbâsîler’in ikinci dönemi de denilen yeni bir
dönem başlamıştı. 847-946 yılları arasında devam eden bu süre zarfında, Hilafet
makamının gücü iyice zayıflamıştı ve Abbâsî toprakları üzerinde Halife’ye bağlı
olmakla birlikte, çoğu zaman kendi başına hareket eden çeşitli devletler ortaya
çıkmıştı. Türkler’in yoğun olarak yaşadığı Mâverâü’n-nehr ve Horâsân bölgesinde
de Sâmânoğulları Devleti (874-999) kuruldu ve bölgede İslâmiyet’in yayılmasına
büyük katkısı oldu. Bazen bölgedeki gayri Müslim Türkler ile mücadele eden
Sâmânoğulları, ordu ve devlet teşkilatında çok sayıda Türk kumandan ve devlet
adamına yer verdikleri gibi, bölgedeki irşad[144]
faaliyetleri ile Türkler arasında İslâmiyet’in hızlı bir şekilde yayılmasını
sağladılar. Hatta Mâverâü’n-nehr’in gerçek anlamda İslâmlaşması, onların
döneminde gerçekleşmiştir.
Türklerin İslamiyet’i
Kabulünü Kolaylaştıran Sebepler
Din
değiştiren toplum olan Türkler’in, içinde bulundukları siyasi, sosyal, kültürel
ve dini şartların uygunluğu, zamanlamanın uygunluğu ve yeni dinin Abbâsîler
dönemindeki sunulma şekli, din değiştirmeyi kolaylaştırmıştır.
Türkler’in
“milli dini” Göktanrı inancı olmakla birlikte çeşitli Türk şubelerinin, başka
sebeplerle, farklı dinleri kabul ettikleri açıktır. Budizm, Maniheizm,
Zerdüştlük, Hıristiyanlık ve Yahudilik gibi dinlere geçenler genellikle
yerleşik hayata geçen veya ana Türk kitlesinden uzaklaşan gruplar olup; geleneksel
Türk hayat tarzını devam ettirenler, Göktanrı inancını terk etmemişlerdi.
Türkler’in geleneksel dininin oldukça basit bir felsefesi vardı. Türk hayat
tarzı ve kültürüyle özdeşleşmiş bir yapıya sahipti. Yabancı dinlere mensup Türk
şubeleri ise; ya benimsedikleri farklı dini Türk yaşam tarzına uyduruyorlardı
ya da o dini terk ediyorlardı.
Türkler,
özellikle Abbasiler dönemindeki huzur ve barış ortamında İslamiyet’i kendi
istekleri ile kabul etmeye başladıklarında, bu dinin Türk inanç sistemiyle uyumlu
olduğunu gördüler. O dönemdeki bazı yazarlar ve modern araştırmacılar, temel
sebebi, bu iki inanç sistemindeki benzerlik olarak belirtiyorlar. Tek Tanrı
inancı, ahiret inancı, cennet ve cehennem kavramları, temizliğin önemli olması
ve sınıfsal farklılıkların olmaması bunların başında geliyor.
Sonuç
Türkler’in
İslamiyet’i kabul etmeleri kendilerine özgü bir süreçten geçmiştir İlk zamanlar
Türkler Müslüman Araplar’ı tanımışlardır ve zamanla gelişen süreçte İslamiyet’i
benimsemişlerdir. Türkler’in İslamiyet’i yeterince tanımasıyla, Türkler İslam
dinini kendi irade ve arzularıyla benimseyecek noktaya gelmişlerdir. Bu üç
asırlık süreci şu şekilde özetleyebiliriz.
İslam
fetihlerinin başladığı ve kısa sürede geliştiği dönemde Türkler ve Araplar
arasında Sasânîler bulunuyordu. Bundan dolayı Türkler ve Araplar arasındaki
doğrudan ilişkiler Sasânî Devleti’nin ortadan kalkmasıyla başlamıştır. Müslüman
Araplar’ın; Hz. Ömer devrinde Âmûderyâ
(Ceyhûn) kıyılarına, Emevîler döneminde ise Mâverâü’n-nehr ve Türk ülkelerine
ulaşması, Türkler ve Müslüman Araplar arasında yıllarca devam edecek olan
mücadelenin, başlangıcı olarak kabul edilebilir.
Türkler
Arap istilası olarak değerlendirilen ilk Emevî akınlarına karşı direnmişlerdir.
Bu dönemde Mâverâü’n-nehr’deki Göktürk hâkimiyeti zayıflamıştı ve bazen mahalli
beylikler bile mücadele ediyordu. Bu mahalli oluşumlar içerisinde en önemlisi o
sırada Kabac Hatun tarafından idare edilmekte olan Buhârâ idi. Kabac Hatun,
bütün gücüyle dirense de hiçbirinde başarılı olamamıştır. Emevi orduları da
işgal ve ganimet alma konusunda başarılı olsalar da, işgal ettikleri bölgelerde
hakimiyet kuramıyorlardı fakat öyle bir amaçları da yoktu. Ele geçirdikleri
bölgelerde ise İslâm’ın tebliği ve hoşgörü politikaları uygulamıyorlardı.
Bölge
halkı, zamanla Emeviler’e karşı, büyük tepkiler göstermeye başladı. Bundan
dolayıdır ki başta Kabac Hatun olmak üzere bölge halkı, Emevî-Arap ordularına
karşı var güçleriyle mücadele etmişlerdir.
Emevîlerin
bu tür politikaları, bazı istisnalar dışında genel olarak böyle devam etmiştir
ve bu durum Türkler’i İslamiyet’ten soğutmuştur.
Abbâsîlerin
iktidara gelmesiyle Türk ülkelerine yönelik fetih harekâtı durmuştur. Mevali’ye
karşı olan politikanın olumlu yönde değişmesi ve başta Türkler olmak üzere Arp
olmayanlara iyi davranılması, İslâmiyet’in yayılmasına bir ivme kazandırmıştır.
Meydana gelen Talas Savaşı, Türkler ile Müslüman Arapların yakınlaşmasına zemin
hazırlamıştır ve Abbasi devletinde görev alan Türkler’in sayısında artış
yaşanmıştır.
Türkler
ilk defa barış, huzur ve güven içerisinde İslâmiyet’i tanımaya ve yavaş yavaş
kabul etmeye başlamışlardır ve İslâmiyet, her geçen gün daha da hızlanarak Türk
ülkelerinde yayılmaya başlamıştır. Öyle ki İslâm ülkelerinden uzak yerlerde
bulunan bölgelerde bile İslamiyet’ olan ilgi artmıştır.
Mâverâü'n-nehr’in
neredeyse tamamı müslümanlaşmıştır ve çeşitli Türk şubeleri kitleler halinde
İslamiyet’i kabule başlamışlardır. Bu süreçte tüccarlar ile âlim ve sufilerin
de büyük rolü olmuştur. Kaynakların ifadesine göre; bu dönemde İslâmiyet’i
kabul eden Türk kitleleri arasında 100 bin, hatta 200 bin çadırdan oluşan
kalabalık gruplar bulunuyordu. Böylece Hz. Ömer devrinde başlayan ve IX. ve X.
yüzyıla kadar devam eden, Türkler’in İslâmiyet’i kabul süreci, sona
yaklaşmıştır. Her ne kadar Türkler arasında İslamlaşma XIII ve XIV. yüzyıllara
kadar devam edecekse de artık hem Türk tarihi hem de İslâm tarihi için yeni bir
dönem, Müslüman Türk devletleri dönemi başlıyordu.
Ekler
Emevi Halifeleri
Hükümdarlar
|
Saltanat Dönemi
|
Şam'da hüküm süren
Emevî Halifeleri
|
|
I.
Muaviye bin Ebu Süfyan
|
661-680
|
I.
Yezid bin Muaviye
|
680-683
|
II.
Muaviye bin Yezid
|
683 – 684
|
I.
Mervan bin el-Ḥakem
|
684 – 685
|
685 – 705
|
|
I.
Velid bin Abdülmelik
|
705-718
|
715-720
|
|
717-724
|
|
II.
Yezid bin Abdülmelik
|
720-743
|
724-744
|
|
II.
Velid bin II. Yezid
|
743
|
III.
Yezid bin Velid
|
744
|
744
|
|
744-750
|
Kaynak:
(çevrimiçi), http://www.wikizeroo.net/index.php?q=aHR0cHM6Ly90ci53aWtpcGVkaWEub3JnL3dpa2kvRW1ldiVDMyVBRWxlcg (erişim tarihi:18.12.2018)
Bağdad Abbâsîleri Nesli
Sıra
|
Dönem
|
Adı
|
Tam Adı
|
Künyesi
|
Babası
|
1
|
750-754
|
Abdullâh Seffah
|
Ebû’l-Abbâs Seffah Abdullâh bin Muhammed el-Imam
|
Ebû’l-`Abbâs
|
Muhammed İmâm
|
2
|
754-775
|
Abdullâh Mansûr
|
Ebû Câfer Mansûr `Abdullâh bin Muhammed el-İmâm
|
Ebû Câfer
|
Muhammed İmâm
|
3
|
775-785
|
Muhammed Mehdî
|
Ebû Abdullâh Mehdî Muhammed bin Abdullâh Mansûr
|
Ebû Abdullâh
|
Mansûr
|
4
|
785-786
|
Mûsâ Hâdi
|
Ebû Muhammed Hâdî Mûsâ bin Muhammed Mehdî
|
Ebû Muhammed
|
Mehdî
|
5
|
786-809
|
Hârûn Reşîd
|
Reşîd" Hârûn bin Muhammed Mehdî bin Abdullah Mansûr
|
-
|
Mehdî
|
6
|
809-813
|
Muhammed Emîn
|
Ebû Abdullâh Emîn Muhammed bin Hârûn Reşîd
|
Ebû Abdullâh
|
Harun Reşîd
|
7
|
813-833
|
Abdullâh Memûn
|
Ebû’l-Abbâs Memûn Abdullâh bin Hârûn Reşîd
|
Ebû’l-Abbâs
|
Harun Reşîd
|
8
|
833-842
|
Abbâs Mutasım
|
Ebû İshâk Mutasım Abbâs bin Hârûn Reşîd
|
Ebû İshâk
|
Harun Reşîd
|
9
|
842-847
|
Hârûn 'Vâsık
|
Ebû Câfer Vâsık Hârûn bin Muhammed Mutasım
|
Ebû Câfer
|
Mutasım
|
10
|
847-861
|
Câfer Mûtevekkil
|
Mûtevekkil Câfer bin Muhammed Muʻtasım bin Harun Reşîd
|
-
|
Mutasım
|
Kaynak:
(çevrimiçi),http://www.wikizeroo.net/index.php?q=aHR0cHM6Ly90ci53aWtpcGVkaWEub3JnL3dpa2kvQWJiw6Jzw65sZXI (erişim tarihi: 18.12.2018)
Şimşirgil, A. (2017), Büyük Doğuş (1. baskı),
İstanbul: Timaş Yayınları.
Dadan, A. (2006), Taberi Tarihindeki Türklerle İlgili
Rivayetlerin Tespiti ve Değerlendirilmesi, Yüksek Lisans Tezi, S.Ü. Sosyal
Bilimler Enstitüsü.
Apak, A. (2011), Buhara’da Ezan Sesleri, G.Ü.
Fen-Edebiyat Fakültesi.
Taberi, M. (2007), Tarih-i Taberi (1.baskı),
İstanbul: Sağlam Yayınları.
Göksu, Erkan. (çevrimiçi) Türklerin İslamiyeti Kabulü,https://www.beyaztarih.com/turk-tarihi/turklerin-islamiyeti-kabulu
(erişim tarihi: 03.12.2018).
[1]Mâverâü'n-nehr, Arapça bir sözcüktür. Türkçe ’de “nehrin ötesi” anlamına
gelmektir. Arapça’ da “bir şeyin arkasında bulunan yer” anlamına gelen “mavera”
sözcüğü ile “nehir” sözcüğünden oluşmuştur. Mâverâü'n-nehr,
Orta Asya Bölgesi’nde, Ceyhun ile Seyhun Nehirler’i arasında kalan bölgede
bulunur.
Türk kavimleri, Anadolu’ya göç ederken bu
bölgeyi dinlenmek için kullanmışlardır. Uzun göç süresi boyunca, dinlenmek için
güvenli ve hava şartları uygun bir bölgeye ihtiyaç duyan Türk boyları için
burası uygun bir alan oluşturmuştur.
[2]Cahiliye Dönemi (Arapça: جاهلية cāhilīyye,
"bilgisizlik"), Arap toplumunun İslam öncesi dönemine verilen ad.
[4]Dört Halife ya da Hulefa-i Raşidin, Muhammed'in
ölümünün ardından "Ümmetin başı" sıfatıyla görev yapmış halifelerdir.
[5] “Ayakkabıları kıldan bir
kavimle savaşmadıkça kıyamet kopmaz. Siz yüzleri kılıflı kalkanlar gibi,
gözleri küçük, burunları yassı olan bir kavimle savaşmadıkça kıyamet kopmaz.”(Buhari,
Cihad, 95; Menakıb, 25; Müslim, Fiten, 62 (2912); Ebu Davud, Melahim, 9;
Tirmizi, Fiten, 2216).
"Türkler size
dokunmadıkça siz de onlara dokunmayın" (Ebu Davud, Melahim, 8
(4302).
[6]Nihavend Savaşı, Müslüman Araplar ile Sasani
orduları arasında 642 yılında İran'da yapılan savaştır. Savaştan sonra
İran'daki konumlarını sağlamlaştıran Araplar son Sasani hükümdarı III.
Yezdigirt'in 651'de ölmesiyle İran'ın fethini tamamladılar.
[8]Muaviye bin Ebu Süfyan, İslam Devleti'nin
Ali'den sonraki halifesi ve Emevi Hanedanı'nın kurucusu. Müslüman olmadan önce
Uhud Savaşı'nda ve Hendek Savaşı'nda Mekkeli paganların komutanı olarak
Muhammed komutasındaki Müslümanlara karşı savaşan Ebu Sufyan bin Harb'in
oğludur.
[10]Kureyş (Arapça: قريش), İslam peygamberi Muhammed'in mensup olduğu
Arap kabilesi. Mekke'nin en güçlü kabilesiydi. İslam peygamberinin kabilesi
olmakla beraber aynı zamanda Müslümanların en çok savaştığı kabiledir.
Muhammed, Kureyş kabilesinin Haşimoğulları sülalesine mensuptur.
[12]Mevâli, İslam tarihinde cahiliye devrinde
toplumdaki kişilerden birinin ya da çoğunluğunun isteğiyle kabileye katılan
insanlara/kölelere verilen ad. Emevi ırkçı politikası olarak da bilinir.
[13]
Horasan ismi Eski Farsça’da hur (güneş) ve âsân (âyân “gelen, doğan”)
kelimelerinden meydana gelmiştir ve “güneşin doğduğu yer, güneş ülkesi; doğu
bölgesi” anlamını taşımaktadır. İsim muhtemelen Sâsânîler zamanında ortaya
çıkmış ve kısa zamanda yaygınlaşmıştır. Horasan doğudan Huttel (Tacikistan’da
Kul‘ab çevresi), Gur (Orta Afganistan) ve kısmen Sicistan (Sîstan); güneyden
Deştilût ve Kirman ile Rey arasındaki Fars toprakları; batıdan Deştikevîr’in
batı kısmı ve Taberistan ile Cürcân; kuzeyden de Türkmenistan’ın bir bölümü,
Hârizm ve Mâverâünnehir tarafından çevrilmiş geniş bir alandır (İbn Havkal, s.
426; Yâkūt, II, 350).
[17] Ya‘kûbî (1382:
II/171), onun “Belh Nehri’ni geçen ilk Arap olduğunu kaydetmiştir. İbnü’l-Esîr
(1989: III/498-499)’e göre de Ubeydullâh, “Ceyhûn nehrini aşarak develerin
sırtında Buhârâ dağlarına kadar ulaşmıştı. Buhârâ dağlarını askerle aşan ilk
kimse o idi.”
[18]Richard N. Frye, “Women in Pre-Islamic Central Asia: The
Khâtûn of Bukhara”, Women in the Medieval Islamic World: Power, Patronage, and
Piety, New Middle Ages, VI, (Edited by Gavin R.G. Hambly), New York 1999, s.
64.
[19] Buhârâ Melikesi’nin ismi hakkında çeşitli rivâyetler
vardır. et-Taberî (IV, s. 221) onun adını “Kabac Hâtûn olarak kaydetmiştir.
en-Narşahî (s. 7, 8, 22, 36 ve muhtelif yerler), el-Belâzurî (Türkçe terc., s.
596, 597, 598) ve Ya‘kûbî (Farsça terc., II, s. 171) ise, muhtemelen Türklerde
bir unvân olan “Hâtûn” kelimesini onun ismi zannettiklerinden, Buhârâ
Melikesinin adını “Hâtûn” olarak zikretmişlerdir. Günümüz araştırmacılarından
Zekeriya Kitapçı (Mukaddes Çevreler ve Eski Hilafet Ülkelerinde Türk Hatunları,
Konya 1995, s. 40-41; Aynı yazar, Yeni İslâm Tarihi ve Türkler, II, s. 72) bu
melikenin adının er-Reşid b. Zübeyr’in Kitâbü’z-Zehâ’ir ve’t-Tuhuf adlı
eserinde “Feth Hâtûn” ve İbn Hubeyb’in Esmâu’l-Muğtâlîn eserinde ise “Kınık
Hâtûn” şeklinde kaydedildiğini bildirmiştir. Hasan Kurt (a.g.e., s. 144) ise
İbn ‘Asem elKûfî’nin el-Fütûh adlı eserinde “Hayl Hâtûn” olarak geçtiğini
nakletmişse de bazı araştırmacıların (W. Barthold-R. N. Frye, “Bukhârâ”, EI2,
I, Leiden 1986, s.1293) “Kabac” isminin aslında yirmi dört Oğuz boyundan
birinin adı olan “Kayıh/Kayığ yani “Kayı” olabileceği şeklindeki iddialarını
dikkate almış ve “Kayıh/Kayığ” isminin Arap harfleri ile yazımı sırasında (ي ح/غ) harflerindeki noktaların yer değiştirerek
veya müellif tarafından yanlış yazılarak “Kabac” şekline dönüşmüş olabileceğini
öne sürmüştür.
[21]en-Narşahî’ye göre dört,
et-Taberî’ye göre ise iki bin kişi.
[23] el-Belâzurî, Türkçe terc., s. 597; et-Taberî, IV, s.
223-226; Ya‘kûbî, Farsça terc., II, s. 172; İbnü’lCevzî, II, s.176;
İbnü’l-Esîr, Türkçe terc., III, s. 513-514; İbn Kesîr, Türkçe terc., VIII, s.
138; ezZehebî, II, s. 21; İbn Haldûn, III, s. 136.
[25] el-Belâzurî (Türkçe terc., s.597) “O, askeriyle birlikte
nehri geçen ilk kimseydi. Onunla beraber, Benî Riyah kabilesinden bir kadının
azadlısı Rufey Ebû’l-Âliye er-Riyâhî de vardı; ona Rufey Ebû’l-Âliye adı,
yücelik ve yüksekliği ifade için verilmiştir.” demektedir. Yâkût el-Hemevî (I,
s.355) de onu “Ceyhûn nehrini ordusuyla ilk geçen Horâsân vâlisi” olarak
kaydetmiştir. Ancak daha önce de belirtildiği üzere bunların dışındaki birçok
kaynakta Ceyhûn Nehri’ni askerleriyle geçen ilk Horâsân valisi veya Arap olarak
Ubeydullâh bin Ziyâd’ın adı geçmektedir bkz. Halîfe b. Hayyât, Türkçe terc., s.
282; İbnü’l-Esîr, Türkçe terc., III, s. 499.
[26](el-Belâzurî
2002: 600; Ya‘kûbî 1382: II/172-173; İbn Haldûn, elMektebetü’ş-Şâmile: III/17;
İbn Kesîr 1995: VIII/165-166; İbnü’l-Esîr 1989: III/522, IV/96-97; Ya‘kûbî
1382: II/192; ez-Zehebî, el-Mektebetü’ş-Şâmile: II/70) en-Narşahî (1892: 39)
[27]Merv
, Türkmenistan
sınırları içinde tarihi İpek
yolu
güzergahı üzerinde kurulmuş, Karakum
Çölü'nde
bir vaha şehridir.
[29] Bir kimseye veya düşmana; söz, işâret veya yazı ile, mal ve
can güvenliğinin emniyet altında olduğunu bildirme.
[31] Kuteybe’nin Horâsân
Valisi olarak tayin ediliş tarihi Halîfe b. Hayyât (2008: 363) ve İbnü’l-Esîr
(1989: IV, 470)’e göre 86/705’tir. et-Taberî (V/192-194, 214, 215) ise onun
Horâsân Valisi tayin edilişi 85/704, Horâsân’a gelişi ise 86/705, başka bir
yerde de -Bâhilîlerin rivâyetine göre- 85/704 tarihinde olduğunu kaydetmiştir.
İbn Kesîr (1995: IX/95- 97, 104-105) 85/704 tarihini verir. Đbnü’l-Esîr (1989:
IV/470) ise Kuteybe’nin Horâsân Valiliğine atanmasını 86/705 senesi hâdisâtı
arasında kaydetmekle birlikte et-Taberî’de yer alan 85/704 senesine dair
rivâyeti de nakletmiştir. Bu konuda ayrıca bkz, (Yigit 2002: 490-491)
[32] (el-Belâzurî 2002: 610-611); et-Taberî,
elMektebetü’ş-Şâmile: V/214-217; İbn A‘sem el-Kûfî 1411: VII/135-136;
İbnü’l-Esîr 1989: IV/470); İbn Kesîr 1995: IX/95-97; 104-105; İbn Haldûn,
el-Mektebetü’ş-Şâmile: III, s.59; Gibb 1923: 31- 33; Kurat 1948: 393-394;
Yıldız 2000: 38-39; Kitapçı 1999: II/111-124)
[33] Toharistan Yabguluğu, Belhile Badahşan arasında yer alan Toharistan'da Batı Göktürkyabguları tarafından yönetilmiş Türk hükümdarlığı.
[34] Nîzek Tarhan Emeviler döneminde Aşağı Türkistan’da Müslüman
olan ilk Türk hükümdardır. Fetih hareketleri sırasında Badgiz’te kartal yuvası
gibi bir kale yaptırmış ve çok geniş bir sahayı idaresi altına almıştı. Badgiz
merkez olmak üzere Merv ve Herât arasında bulunan Tohâristân’ı da idaresi
altına almıştı. Nîzek Tarhan hakkında bkz, Kitapçı 1987: 1139-1152.; Kitapçı
1998b: 30.
[35] en-Narşahî’ye göre Kuteybe’nin Ceyhûn’u geçip Mâverâü’n-nehr’e
yönelmesi 88/706-707 senesindedir. (en-Narşahî 1892: 42)
[36] (Halîfe b. Hayyât
2000: 369; el-Belâzurî 2002: 611; et-Taberî, el-Mektebetü’ş-Şâmile: V/218; İbn
A‘sem el-Kûfî 1411: VII/142-143; İbnü’l-Esîr 1989: IV/473; İbn Kesîr 1995:
IX/122; İbn Haldûn, el-Mektebetü’şŞâmile: III/59; ez-Zehebî,
el-Mektebetü’ş-Şâmile: II/182; Kurat 1948: 393).
[38] Kuteybe’nin Beykend
harekâtı 706 senesindedir. (Halîfe b. Hayyât 2000: 370); el-Belâzurî 2002: 611;
et-Taberî, el-Mektebetü’ş-Şâmile: V/218; İbnü’l-Esîr 1989: IV/473); İbn Kesîr
1995: IX/122)
[39] Şehir/şehir surları çok sağlam idi. Beykend’e eskiden Şâristân
diyorlardı. Onun sağlamlığından Şâristân-ı Rû’în/Rûyîn (tunçtan/tunç gibi
sağlam şehir) demiş idiler. (en-Narşahî 1892: 42)
[40] Öyle ki, iki ay kadar süren bu dunun dolayısıyla Irak ve
Horâsân Genel Valisi Haccac, Kuteybe'nin ordusu hakkında karamsarlığa düşerek,
camilerde onlar için dualar ettirmeye başladı. (Kurt, 1998: 161)
[41] Bir rivâyete göre Kuteybe’nin, Tendür/Tenzür adında Acem
bir casusu vardı. Buhârâlılar, ona bol miktarda mal vererek Kuteybe’yi bu
savaştan geri çevirmesini istediler. O da Kuteybe’nin yanına gelip: “Seninle
başbaşa görüşmem gerekiyor.” dedi. Kuteybe, meclisindeki adamların dışarı
çıkmalarını emretti. Yanında sadece Dırar b. Husayn kaldı. Tendür, Kuteybe’ye
dedi ki: “Haccac, görevden azledildi. İşte onun azil haberini sana kısa zamanda
bir görevli ulaştıracaktır. Adamlarını toplayıp hemen dönsen iyi edersin.”
Kuteybe, kölesi Siyah’a “Şunun boynunu vur.” dedi ve Tendür’ü öldürttü. Sonra
Dırar’a şöyle dedi: “Bu haberi benden ve senden başka bilen kimse yoktur.
Allah’a söz veriyorum ki, eğer şu savaşımız sona ermeden bu durum duyulacak
olursa (bilirim ki sen duyurmuşsun bu nedenle) seni de Tendür’ün akibetine
uğratırım! Dilini tut, çünkü böyle durumlarda bu gibi haberlerin yayılması,
askerlerin gücünü ve düşmana karşı direncini azaltır.” (et-Taberî,
el-Mektebetü’ş-Şâmile: V/219; İbn A‘sem el-Kûfî 1411: VII/144; İbnü’lEsîr 1989:
IV/474); İbn Kesîr 1995: IX/122-123); Kurt 1998: 161-162)
[42](enNarşahî 1892: 42)
[43] Bkz, et-Taberî, el-Mektebetü’ş-Şâmile: V/219; İbnü’l-Esîr
1989: IV/474; İbn Kesîr 1995: IX/122-123; İbn Haldûn, el-Mektebetü’ş-Şâmile:
III/59
[45] en-Narşahî hadiseyi şu şekilde anlatır: “Kuteybe, Hanbûn’a
ulaşınca ona hisâr halkının (Beykendlilerin) muhâlefet ettikleri ve bölgeye
atanan Emîr’i öldürdükleri haberini verdiler/getirdiler. Kuteybe,
askerlere/orduya “Gidiniz ve Beykend’i yağmalayınız. Onların kanlarını ve
mâllarını size mübâh/helâl kıldım.” diye buyurdu. Bu durumun sebebi şu idi:
Beykend’de bir adam yaşardı. Onun iki güzel kızı vardı. Varkâ İbn Nasr, her
ikisini dışarı çıkardı/seçti. Kızların babası olan bu adam, “Beykend büyük bir
şehirdir. Niçin bütün şehirden sadece benim iki kızımı alıyorsun?” diye sordu.
Varkâ cevâb vermedi. Bunun üzerine adam fırlayıp/atılıp bir bıçak vurdu. Bıçak
darbesi Varkâ’nın karnına geldi. Ancak bu darbe tesirli değildi ve Varkâ’yı
öldürmedi.” (en-Narşahî 1892: 42-43.) Bazı kaynaklara göre Beykendlileri
Müslümanlara karşı kışkırtan, kör veya bir gözü kör biriydi. Bu rivâyet için
bkz, (etTaberî, el-Mektebetü’ş-Şâmile: V/219; İbnü’l-Esîr 1989: IV/474; İbn
Kesîr 1995: IX/123)
[46] Bu konuda geniş bilgi için bkz, (Halîfe b. Hayyât 2000:
370; et-Taberî, el-Mektebetü’ş-Şâmile: V/219-220; İbn A‘sem el-Kûfî 1411:
VII/145- 146; İbnü’l-Esîr 1989: IV/474); İbn Kesîr 1995: IX/123; İbnü’l-Cevzî,
el-Mektebetü’ş-Şâmile: II/306; İbn Haldûn, elMektebetü’ş-Şâmile: III/59;
ez-Zehebî, el-Mektebetü’ş-Şâmile: II/188-189; Gibb 1923: 33; Kitapçı, 1999:
II/129 vd)
[48] Horâsân yolu üzerinde olup Buhârâ ile arasında dört
fersahvar idi. (es-Sem‘ânî, el-Mektebetü’ş-Şâmile: II/405, 406; Yâkût el-Hemevî
1397: II/391; Kurt 1998: 82)
[49] Buhârâ’nın
köylerinden olan Târâb, Hanbûn yakınlarında idi. (es-Sem‘ânî, el-Mektebetü’ş-Şâmile:
IV/27; Yâkût el-Hemevî 1397: IV/4; Kurt 1998: 82)
[50] (Halîfe b. Hayyât
2000: 371; el-Belâzurî 2002: 612; et-Taberî, el-Mektebetü’ş-Şâmile: V/223; İbn
A‘sem elKûfî 1411: VII/146; İbnü’l-Esîr 1989: IV/478).
[51]İbn A‘sem (1411: VII/147)’de Türk Meliki Kûr Mağânûn,
Ya‘kûbî’de, Kür Ma‘ânûn (et-Taberî (V/223)’de Kûr Bağânûn et-Türkî,(İbnü’l-Esîr
(1989: IV/478)’de ise Kûr Ne‘âbûn .(Hasan Kurt (1988: 165)’un naklettiğine göre
Şemseddin Günaltay, Arap alfabesinde bazı harflerin yazılışları birbirine çok
benzediği için isimlerin yazılışlarında birtakım hataların ortaya çıktığını,
buna zaman zaman bir de ehil olmayan müstensihlerin yaptıkları yanlışların
eklendiğini belirttikten sonra bu ismin aslında Gür Boğa olduğunu ve bu şahsın
II. Göktürk Devleti’nin hükümdarlarından Kapağan Kağan’ın yeğenlerinden
olduğunu ileri sürmüştür. Bazı yazarlara ise göre bu isimle zikredilen kişinin
Türgiş hükümdarı olması muhtemeldir. Zira bu hadiselerden otuz sene sonra
Türgişlerin Mâverâü’n-nehr’e yönelik bir harekâtında hükümdarlarının isminin
“Kûr Mağânûn” olduğu bilinmektedir. (Gibb 1923: 35; Kurat 1948: 394).
[52] (en-Narşahî 1892: 44-45; Halîfe b. Hayyât 2000: 371-372;
etTaberî, el-Mektebetü’ş-Şâmile: V/223; İbn A‘sem el-Kûfî 1411/VII/147;
İbnü’l-Esîr 1989: IV/478; İbn Kesîr 1995: IX/128; İbn Haldûn,
el-Mektebetü’ş-Şâmile: III/59; ez-Zehebî, el-Mektebetü’şŞâmile: II/189; Yıldız
2000: 38-39; Kitapçı 1999: II/131-132; Kurt 1998: 165-166)
[54](el-Belâzurî 2002: 612; et-Taberî, el-Mektebetü’ş-Şâmile:
V/225-226; İbn A‘sem el-Kûfî 1411: VII/147-148; İbnü’l-Esîr 1989: IV/479,
485-486; Đbn Kesîr 1995: IX/129-130, 131-132; İbnü’l-Cevzî,
el-Mektebetü’ş-Şâmile: II/309, 311; İbn Haldûn, el-Mektebetü’ş-Şâmile: III/59.;
ez-Zehebî, el-Mektebetü’ş-Şâmile: II/190; Gibb 1923: 35-36; Yıldız 2000: 39-40;
Kitapçı 1999: II/131-137; Kurt 1998: 166-169).
[56]Zabulistan, Zabolistan olarak da telaffuz
edilen ve Afganistan'la İran toprakları arasında kalan tarihi bölge.
[59]Taberî, II, 1256-1257; İbnü'l-Esîr, el-Kâmil,
IV, 581; Wellhausen, age., s. 207; Aydınlı, age., s. 210-212.
[60]Taberî, II, 1256-1257; İbnü'l-Esîr, el-Kâmil,
IV, 581; Wellhausen, age., s. 207; Aydınlı, age., s. 210-212.
[61]Bernard Lewis, Tarihte Araplar (trc. Hakkı
Dursun Yıldız), İstanbul 1976, s. 89; Aydınlı, age., s. 180-181.
[63] İbn Sad, Tabakfıt, V, 330-409; İbn Kesir, el-Bidaye ve'n
Nihaye, IX, 199-202; H.İ.H;asan, İslam Tarihi, I, 412; Suyuti, Tarihu'l-Hulefa,
229-246; Alıdülaziz Seyyidü'l-Ehl, el-Halifetu'z. Zahid Ömer b. Abdülaziz, 30.
[67] Taberî, Târîh, IV, 61. Kmosko Hazar saldırılarının Bizans
İmparatoru Leo tarafından planlandığı görüşündedir. (Michael Kmosko, a.g.m.,
s.149.) Hazarlarla alakalı bilgi için bkz. Hüseyin Ali Dakukî, “Emevî Hilafeti
Devrinde Araplar ve Hazarlar”, çev: M.Faruk Toprak, Türk Kültürü Araştırmaları
XXV/2. cilt, Ankara, 1987, s. 94-104.
[68] Bu tip uygulamaların yeniden uygulamaya konulması Türklerin
yaşadıkları bölgelerde daha sonra patlak verecek olan Hâris bin Süreyc
isyanının alt yapısını hazırladı.
[70] Saîd bin Abdülazîz’e, Huzeyne de denirdi. Çünkü o yaratılış
gereği yumuşak huylu birisiydi. Horasan’a geldiği ilk zamanlarda, Ebğar Han
ziyaret için gelmişti. Saîd bin Abdülaziz‘in üzerinde süslü ve renkli elbiseler
vardı. Ebğar Han onun huzurundan çıkınca, emiri nasıl bulduğunu sordular.
Huzeyne cevabını verdi. O günden sonra ona Huzeyne lakabını taktılar. Huzeyne ev
hanımı, dadı anlamına gelmektedir.
[72] MÖ 6. yüzyılda yazılı
olarak belirlenen Soğdiana adı İran halklarındanSoğdlar'ın yerleşik oldukları
bölgeyi niteler. Behistun yazıtlarında, I. Darius MÖ 552- 485 yılları
arasında İran'ı yönetmiş olan imparator zamanında Soğd'lar Ahura mazda anlamına gelen eski İran
dinine inanırlardı.
[79] Taberî, Târîh, IV, 105. Saîd el-Haraşînin azli ve Emevîler
döneminde mevcut olan kabileler arası iktidar mücadelesi hakkında Wellhausen
şunları söylemektedir: Irak valisi Ömer bin Hübeyre, aslında sebebi başka olan
kinini ve gazabını teskin etmek hususunda istifade etti. Çünkü Saîd bin Amr
el-Haraşi ona birkaç defa hiç ehemmiyet vermemiş, Horasan'daki Muhelleb
taraftarı Araplardan, şantajla para sızdırmak hakkındaki emrini ifa etmemiş ve
doğrudan doğruya İbn Hubeyra tarafından tâyin edilmiş olan Herat valisinin,
kendisine kafa tuttuğu için, sakallarını yoldurmuş ve falakaya yatırmıştı. Bu
sebeple Saîd bin Amr el-Haraşi azledilerek zincirler içinde, Merv'den Kûfe'ye
gönderildi ve orada hemen hemen ölüm derecesinde işkenceye tabi tutuldu. Bu
hadise, halife ikinci Yezîd zamanında tam manasıyla hâkim durumda olan
Kayslıların, kendi aralarında cereyan eden hususî bir mücadele olup -çünkü
gerek Saîd, gerekse düşmanları, bilhassa İbn Hübeyre Kayslıydılar- mevki ve
para mevzubahis olunca bunların birbirlerine nasıl oyun oynadıkları hakkında
mükemmel bir misal teşkil etmekteydi. Mamafih Kayslı olmayanlara karşı bunlar
yine de müşterek bir cephe teşkil ediyorlardı.(Wellhausen, a.g.e., s. 205.)
[85] Taberî, Târîh, IV, 116-117. Müslim'in bu hezimeti
Mâverâünnehr'deki Arap nüfuz ve kudretini oldukça sarstı. Bundan böyle taarruz
sırası Türkler başta olmak üzere Mâverâünnehr sakinlerine, müdafaa sırası ise
Araplar'a gelmişti. Türkler bu galibiyetin verdiği cesaretle Mâverâünnehr
işlerinde daha tesirli rol oynamaya başladılar. (Hakkı Dursun Yıldız, İslâmiyet
ve Türkler, s. 46.)
[89] Gûr: Herat ile Gazne arasında geniş bir bölge ve dağlık bir
vilayettir. (Yâkût el-Hamevî, Mu’cemu’lBuldân, IV, 246-247.)
[93] Taberî, Târîh, IV, 124-126. Esed b. Abdullah'ın Horasan
valiliğini değerlendiren kimi araştımacılar Esed'in, Belh'i yeniden imâr etmesi
ve Belh'in batı ve kuzey doğusundaki dağlık bölgeyi itaat altına alması dışında
pek başarılı bulmamaktadır.(Barthold, Moğol İstilasına Kadar Türkistan, s.244.)
Ancak yine de Türk kuvvetlerinin Mâverâünnehir'deki Araplar'a karşı
baskılarının arttığı bir dönemde Esed'in etkili bir şekilde karşı koyamasa da
akınlar yapması başarılı bulunmaktadır. (H.A.R.Gibb, “Asad b. Abd Allah”. EI²,
Leiden, 1986, I, 684.)
[94]Ribât, sınır boylarında ve stratejik
mevkilerde askerî amaçlı kullanılan yapılara verilen ad. Sözlükte düşman
saldırılarını önlemek veya sınır boylarında nöbet tutmak anlamına gelir.
Kur'an'da ise, “ribâtü’l-hayl” şeklinde geçmektedir.
[96] Aslı
Farsça dih (köy) ile -gân nisbet ekinden meydana gelen dihgân olup dihkan
şeklinde Arapça’ya geçmiştir. Sâsânîler devrinde İran’da ve Orta Asya’da,
sayıları hiç de az olmayan soylular sınıfına dihkan deniliyordu.
[103] Türlü askerî görev ve hizmetlerin yapılması amacıyla küçük
birliklerden, belli bir kuruluşa bağlı kalmadan geçici olarak oluşturulan grup.
[107] Taberî, Târîh, IV, 152. Horasan’da 733 yıllında hüküm süren
kıtlığın sebebi belki de Zerefşan vadisinin Türkler tarafından işgal edilmesi
idi. Kıtlık, o zamana kadar Merv'in erzakını sağlayan bölgelerin tekrar
düşmanın hakimiyetine geçmesi sebebiyle vuku bulmuştur. (Barthold, a.g.e.,
s206.)
[109]Hâris b. Süreyc içinde Türklerin de bulunduğu büyük bir
Mürcie isyanının başını çekti. 734 yılında başlayan isyan 746 yılında Hâris’in
öldürülmesi ile son bulmuştur. Ayrıntılı bilgi için bkz. Sönmez Kutlu,
Türklerin İslâmlaşma Sürecinde Mürcie ve Tesirleri, Ankara, 2000, s.183-192;
Osman Öz, Haris b. Süreyc ve Aşağı Türkistan’da Mürcie Hareketi, Basılmamış
Yüksek Lisans Tezi, SÜSBE, Konya 2002.
[122] Annesi cariye olduğu için tahta çıkma hakkına sahip
olamamıştır. Bizans ve Hazar bölgelerine yaptığı seferler ve İstanbul
kuşatmasına komutanlık etmesi onun ne kadar kudretli bir vali olduğunu
göstermektedir. (K.V.Zetterstéen, “Mesleme”, İA, İstanbul 1987, VIII;126.)
[124] Bu savaşa “Tîn Harbi” adı da verilir. Bunun sebebi iri
taneli yağan yağmurun savaş meydanı cıvık çamur haline getirmesidir. (İsmail
Hakkı Atçeken, a.g.e., s.168.)
[137] Taberî, Târîh, IV, 193. Hişâm dönemi boyunca Ermeniyye ve
Azerbaycan bölgesinde görev yapan Mesleme bin Abdülmelik, Saîd bin Amr
el-Hareşî ve Mervan bin Muhammed 730 yılında Vali Cerrâh bin Abdullah’ın ölümü
ile tehlikeli boyutlara ulaşan Hazar tehdidine karşı başarılı mücadeleler
yapmışlardır. (İsmail Hakkı Atçeken, a.g.e., s.175.) Ayrıca bu valilerden sonra
Emevî devletinin içine düştüğü durumdan dolayı Hazarlara karşı yapılan seferler
durma noktasına gelmiştir.
[138]Talas Muharebesi, 751 yılında bugünkü
Kırgızistan sınırları içindeki Talas Nehri civarında, Abbâsîler ve müttefiki
olan Karluklar ile Çinliler arasında yapılan ve 5 gün süren muharebe. Çin
ordusunun yenilgisi ile sonuçlanan muharebe gerek Çin gerekse Türk ve İslam
tarihi açısından önemlidir.
[140]Tahkim, taraflar arasında çıkan
uyuşmazlıkların devletin resmi yargı organları yerine, kendileri tarafından
belirlenen hakemlerce çözümlendiği bir uyuşmazlık çözüm yöntemidir.
[141]
Çeşitli uzmanlık dallarına gerekli olan uzman, öğretici vb. yetiştirmek amacıyla
uygulamalı olarak eğitim ve öğretim vermek için oluşturulmuş askerî kuruluş.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder